YAZARLAR

Oscar töreni ya da Amerikan rüyasının gerçeklikle imtihanı

Tüm o büyük prodüksiyona, ihtişama rağmen son yıllarda hayata olan şey Oscar törenine de oluyor çünkü. Görmezden gelinemeyen gerçeklerin oranı artıp tören politize oldukça söylenebilir olanın kapsamı hayli genişliyor evet ama “rüya” da kan kaybediyor. Bugünlerde Oscar’a inanmak aşka inanmaktan daha zor.

90. Oscar ödülleri dün sahiplerini buldu. Her yıl olduğu gibi bu yıl da bir miktar hayal kırıklığı ve sevinç (daha çok ilki) yaşandı. Akademinin ‘rengi’, dolayısıyla ödüllere dair kıstaslar, kodlar değişiyor. En iyi film ödülünün yılın en iyi filmine gittiğine inanmak o yılki ‘kainat güzeli’nin gerçekten de kainatın en güzel kızı olduğunu düşünmekten daha saf olmayı gerektiriyor. Yılın en esaslı filmlerinden bazılarının gölgesi bile Oscar’a değmiyor. Seçilen filmler arasında da ipi göğüsleyen en iyisi falan olmuyor. Tüm bunlara rağmen bu tören her yıl dünyanın farklı yerlerinde milyonlarca insanı türlü ekranın başına kilitliyor.

Nicole Kidman kırmızı halıda

Ne dersek diyelim Oscar ödülleri ‘eğlencesi’ pul pul dökülen hayatımızın rengini az çok koruyan yanlarından biri. Oscar’ı kırmızı halısından, beyaz (ve siyah, mavi…) yalanından, Akademi’nin kâh “kör gözüne heykelciğim” kontenjanından, kâh daha ince ayarlı, adil görünümlü riyakarlığından ayırmak mümkün değil. Yok öyle bi’ Oscar.

Bunu bilmek de bu yıl yine Jimmy Kimmel tarafından sunulan törenin renksizliğini görmezden gelmeyi sağlayamadı. Tüm o büyük prodüksiyona, ihtişama rağmen son yıllarda hayata olan şey Oscar törenine de oluyor çünkü. Görmezden gelinemeyen gerçeklerin oranı artıp tören politize oldukça söylenebilir olanın kapsamı hayli genişliyor evet ama “rüya” da kan kaybediyor. Bugünlerde Oscar’a inanmak aşka inanmaktan daha zor.

Yaşlandı sanki bir de. 90 yaşına gelmiş Oscar amca. O kadar da erkek erkek durmasına rağmen ‘takım’ taklavattaki eksikliği bu yıl Jimmy Kimmel’ın vasattan hallice esprileri sayesinde fark edenlerin sayısı az değildir. Amcanın kolları kenetli ve bir penisi yok. Kimmel “sınırlılıklar heykeli” dedi. Doğru. Büyük ihtimalle Oscar’ı kucaklayan pek çok hikâyenin altında ılgıt ılgıt esen Amerikan rüyası rüzgârı gibi, artan ifşalarla elini kolunu koyacak yer bulmakta iyice zorlanır hale gelen “erkeklik” de somut varlığından çok, koyduğu ve sahip olduğu sınırlılıklarla çiziyor hayatın çerçevesini. Heykelin bir penisi yok. Ödüllerdeyse fallik bir durum, bağır bağır bir erkeklik hâlâ var.

Sosyal medyaya düşen bir tablo sayesinde gördük. En iyi film ödülünü almış filmlerde yüz kelimeyi aşan replik sayısına sahip kadın karakterlerin erkek karakterlere oranı insanı dehşete düşürecek kadar az. Bir de kadın çenesinden iştahla bahsedilir. Filmlerde erkekler konuşuyor valla. Sustuklarında bile, konuşan onlar.

“Lady Bird”le bu yılın en iyi yönetmen adayları arasında bulunan Greta Gerwig, bu kategoride yarışan beşinci kadın yönetmendi. En iyisi hatta en iyilerden mi, değil elbette. Tıpkı parlak fikrini, türlerarası dansını aksiyondan, ters köşeden yana kaydırdığı andan itibaren heba ettiğini düşündüğüm Jordan Peele filmi “Get Out”un, bu kategoride ödül alabilen ilk korku filmi olsa da, katiyen gelmiş geçmiş en iyi özgün korku/komedi filmi senaryosu olmaması gibi. Doğru politik doğrucu anda ve yerde olma olayı. Bunda bir kötülük var mı peki? Yoo. Sadece filmin özellikle ilk yarısında siyahları överek egzotikleştirmenin de tersinden ırkçılık olduğunu gayet güzel göstermesi gibi, bu bağlam aşılmadıkça ödüllerin hak edilebilirliği hep sorgulanır olacak. Ama aşmak için de önce bu bağlamın kurulması, bazı kemik politik eğilimlerin aşılması gerekiyor. O yol çizilirken hat izi hit izine karışmaya devam edecek. Tersi durumdan iyidir.

Geçen sene mizah yönünde beklentim sıfırın altına çekildiğinden, başlarda Kimmel’ın o penissiz Oscar esprisine falan bile epey bir güldüm ben şahsen. Şey iyiydi bir de. (“The Shape of Water” kastedilerek) “Erkekler bu işi o kadar batırdı ki kadınlar balıklarla çıkmaya başladı,” esprisi. Jimmy lafı hiç uzatmadan Weinstein damarından tacize girdi, bir ara da Superman’in gerçek olmayışını belgesel anonsuna bağladı. Evet. Geçen sene uçan şeker indirilmişti salona, bu sene dev sosisliler falan geldi. Yolunu şaşırmış, birden bilmem nereye giderken kendini törende bulmuş sokaktaki seyirci tatlışlığı yine vardı. En iyi film ödülünü bu sene de Warren Beatty ve Faye Dunaway ikilisi sundu. Kimmel’ın da doğrama tahtası düzlüğünde atıflarda bulunduğu bir önceki törendeki zarf karışması hadisesinin ihtiyarları üzmüş olmasından kaynaklı bir jest mi, skandaldan kalanlardan yararlanma arzusu mu? Muhtemelen ikisi birden. Kurtarmadı gerçi, her şeye rağmen sıkıcı bir törendi.

Kırmızı halı kısmına dönelim. Yine şıklık ve rüküşlük oranları açısından belli bir standardın korunduğu, insanı en tatmin eden kısımlardan biri o, valla bak, törenin özü o değilse de “gözü” o işte, ne yapalım. Türkiye’de Yekta Kopan ve Hande Doğandemir’in Kerem Ayan, Tülin Özen, Melis Behlil, Mehmet Açar ve Ceylan Atınç katılımıyla sunduğu Oscar programı, Digiturk’ten sabaha kadar şifresiz yayındaydı. Yine bir kısım Twitter izleyicisi kırmızı halının gereksizliğinden, bir kısım da yerli yayının eziyetlerinden yakındı durdu. Benim de en sıkıldığım şey bu şikayetler. Kırmızı halısız Oscar olmaz, bundan şikayet etmek kimseyi daha sinemasever yapmıyor. Yekta Kopan’ın sesini duymadan da Oscar’la ilgili herhangi bir Türkçe bilgiye inanmam zor benim artık şahsen. Standart yoksunluğundan dökülen hayatımızda bazı alışkanlıkların korunması iyidir. Sırf (ya da aslen) düzenli olarak yapılıyor diye bir şeylere saldırmak saçma değil mi? Yerli yayının eleştirilebilir pek çok noktası olabilir ama çoğumuz pek bayıldığımız Oscarları o sayede izlerken yergide kaçan kantar topuzu bana biraz haksızlık gibi geliyor. Elde olanı yerin dibine gömmeye çalışmaktansa yapıcı eleştiriyi denemek lazım bana göre, bir aksilik görüyorsan. Ben arada bir deniyorum, işe yaradığı oluyor valla.

Neyse buraları atlattık, sıra geldi büyük ödüllerin yarattığı hüsrana. Guillermo del Toro dünya iyisi bir insana benziyor ve hayatımızdaki varlığından kesinlikle memnunum. Ama tatlı yeşil masalı The Shape of Water adaylar içinde en zayıf olanlardan biriydi pek çok kişiye göre. Birleştirici rüya ve masal kontenjanından en iyi film ödülü de, en iyi yönetmen ödülü de ona gitti. Sağlık olsun, sonuçta Oscar adaletiyle bilinen bir heykel kişisi değil, ne yapalım diye iki söylenip yatıp uyumak yerine tabii yine ateşli tartışmalara yelken açıldı. Arada Akbilli makbilli başka mevzular da dönmüş hatta, ben tweet yetiştirmeye çalışırken kaçırmışım.

Bu futbol fanatikliğini andıran “sinema sevgisi”, film bahanesiyle birbirini yeme işi geçen sene “La La Land” ile doruk noktasına ulaştı, azalarak bitmese de beteri olmaz diye umuyordum, yanılmışım. Çemkirme potansiyelimizi azımsamışım. Bu nefreti çok andıran sevmelere dair duyduğum en iyi değerlendirmelerden birini, geçen sene Robert McKee yapmıştı: “İnsanlar kimliklerini artık başkalarının yaratıları/yaratıcılıkları üstüne inşa ediyor,” diyerek. Böyle olunca da futbol yıldızıyla sevilen film/yönetmen arasında büyük fark kalmıyor. Günlük hayatta ortaya konamayan varlık, taraf olma, tavır ihtiyacı, her şeyi doyuruyor bir güzelce bu aşırılaştıkça yapaylaşan taraftarlıkla. Üstelik de henüz kimse sizi bir filmi çok sevip “sevmeyenlerin Allah belasını versin” diye kafa göz yardığınız için gözaltına falan almıyor. Çemkirmesi bedava. De bu huy huy değil, söyleyeyim. Çok yaşanmaz bu agresyonla, ruh gazı yapar.

Rita Moreno, 62 yıl sonra törende aynı elbiseyi giydi.

Tüm renksizliğe, iyi sürprizsizliğe rağmen bu yılın Oscar’larının en güzel yanı neydi? Kuşkusuz kadınlar… Pek çok açıdan. Jane Fonda özgüven abidesi gibi bembeyaz elbisesiyle kırmızı halıda dikildiğinde, Whoopi Goldberg sadece kendine benzeyen rengarenk bir masal kuşu olarak botlarını gösterdiğinde tüm hava değişiverdi… Agnes Varda’nın 89 yaşındaki tatlı görkeminde, Rita Moreno’nun 62 yıl önce Oscar alırken giydiği elbiseye hâlâ sığan güzelliğinde, Eva Marie Saint’in 93 kere maşallah dedirten zerafetinde gizliydi bu yılın güzelliği… İhtiyarlar cephesi diğer herkesi cepten çıkarır durumdaydı kesin.

Frances McDormand

Allison Janney’in cüretkar (davetkar değil ya da davetkar da canı isterse, bize mi soracak) kıpkırmızı güzelliği içinde ödülü alırken o “her şeyi kendim yaptım” deme muzipliğine bittim… Ama canım Frances McDormand’ın aynı dalda aday olduğu diğer oyuncuları da sahneye davet ederek birlik olma mesajı verdiği konuşma, en güzeliydi. “Kapsayıcılık önemlidir,” dedi. Sevgiyle, bilgelikle, dimdik duruşuyla kapsadı, yağdı, uçtu, törenin tüm açıklarını kapattı. Sonrasında genci yaşlısı, Meryl’i Saoirse’sı tüm adayların gerçek ve mecazi anlamda kucaklaşması o kadar güzeldi ki… “Oscar bahane, kadınlar şahane, ne güzellik gelirse buradan, bu ruhtan gelecek dedirtti… Sırf bu nedenle bile olsa, bu rüya daha çok Oscar kaldırır…


Zehra Çelenk Kimdir?

Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.