‘Anne’ diye gezinen erkeklik!
Paul Thomas Anderson, gösterişli bir terzi değil de büyük bir sanatçı gibi ele aldığı kibirli Woodcock’un ördüğü duvarların, ergen tavırlarının sıradan bir kadın tarafından paramparça edilişini gösterirken yalnızca özel bir aşk hikayeyi göstermiyor bize. Aynı zamanda ironik bir biçimde ‘büyüme’ hikayesi de çıkarıyor.
Paul Thomas Anderson ve Daniel Day-Lewis’in “Kan Dökülecek”ten 10 yıl sonra “Phantom Thread” için yeniden bir araya geldiği haberi büyük bir heyecan yaratmıştı. Beklentiler boşa çıkmamış görünüyor. Anderson’un kalemi ve görsel becerisinin yanına Day- Lewis’in oyunculuk mahareti eklendiğinde aksini düşünmek de imkânsız. Ama asıl sarsıcı performans yakın zamanda “Genç Karl Marx” filminde Jenny von Westphalen-Marx olarak izlediğimiz Vicky Krieps’ten geliyor.
İkinci Dünya Savaşı sonrasının İngiltere’sinde dönemin büyük burjuvalarının ve asilzadelerinin ünlü terzisi Reynolds Woodcook’un atölyesindeyiz. Elbiselerini bir sanat eseri yaratır gibi ele alan, içlerine imzası sayılabilecek küçük notlar bırakan, kendisi gibi müzmin bekâr olan kız kardeşi Cyril ile birlikte bu moda evini işleten Woodcook’u ‘geç ergen’ bir adam olarak da tanımlayabiliriz pekâlâ. Hem çevresinin ve iş yaptığı güçlü kişilerin pohpohlamalarıyla hem de filmin ilerleyen bölümlerinde göreceğimiz gibi ilk gençlikten taşıdığı anne travmasıyla ortaya çıkan kişiliği; “kibirli, kendini beğenmiş, güçlü görünmeye çalışan ve Cyrill dışında kimseye kıymet vermeyen” olarak özetlenebilir. Kumaş parçaları, iğne ve iplikten ‘şiir’ gibi elbiseler üreten bu adam, tıpkı romantik bir şair gibi kadınlara da ‘ilham kaynağı’ olarak bakıyor. İlham bittiğinde üzerinde markası olan özel bir elbise vererek kapının önüne koyuyor onları.
RUTİNİ KABUL ETMEYEN BİR KADIN
Woodcock’un bu rutini, zorlu bir çalışma dönemi sonrası biraz dinlenmek için gittiği kırsalda Alma ile tanışınca zorlanmaya başlıyor. Çünkü Woodcook’un bildiğinin Cyril’in kontrol ettiğinin aksine, Alma ilişkisini kendi bildiği yöntemlerle yürütmek, sevgisini kendine göre göstermek istiyor. Filmle ilgili analizlerin büyük çoğunluğu (olması gerektiği gibi) Alma’nın bu ilişkiye yaklaşımı üzerinden ilerliyor. Çünkü Woodcock’un nasıl bir adam olduğunu filmin henüz başında anlıyoruz. Seyirci için bilinmez olan ise Alma’nın karakteri. Onun hal ve tavırlarının Woodcock ile ortaya çıkan gerilimleri nasıl şekillendireceği ve hikayeyi nereye sürükleyeceği. Ancak, bu ‘tuhaf’ ilişkideki erkeğin durumunu netleştirmek Alma’nın ilişkide büründüğü rolü ve aslında olmak istediği yere ne kadar yaklaştığını görmek açısından önemli kanımca.
Woodcock’un tavırları, büyüyememiş halleri ve bütün kibri biraz da ilişkiler açısından büyüyememiş olmaktan kaynaklanıyor. Sürekli övülen, sırtı sıvazlanan ve ne yaptığı her şey ‘muhteşem deha’sına bağlanan Woodcock için büyümek de zor görünüyor. Arızalar bırakmış anne figürünün bıraktığı boşluğun yarısı Cyril tarafından dolduruluyor aslında. Cyril, tıpkı fedakâr bir anne gibi kendi hayatını kardeşinin kariyeri için feda eden ama işin başında durmayı da ihmal etmeyen bir karakter olarak yer buluyor hikayede kendisine. Woodcock’un odasına kapıyı vurmadan girebilen tek insan o. Kardeşinin sevgililerini kontrol altında tutan, küçük beyin paşa gönlü istemediğinde münasip bir dille kapı dışarı eden de o. Woodcock için en doğru olanı, canının ne istediğini, neyi sevip neyi sevmeyeceğini, neyin rahatsız edip etmeyeceğini karara bağlayan ve etraftakilere tebliğ eden yine Cyril. Bu bakımdan Cyril’in koruyan, kollayan, şımartan ama yeri geldiğinde azarlayan ve korkutan anne figürü olarak boşluk doldurduğunu söylemek gerekiyor. “Benimle dalaşma, yere serilen sen olursun” derken kız kardeşten çok anne gibi konuşuyor. Alma’yı sevdiğini ve ona zarar vermemesi gerektiğini tavsiye ederken oğluna gelin seçmiş gibi hissettiriyor.
ŞEFKATLİ ANNE YA DA SEVGİLİ!
Alma’nın bu ikili ilişkiye üçüncü bir kişi olarak dâhil olması, sevdiği adamı önce Cyril’in etkisinden çıkarıp sonra kendi yörüngesine alma çabaları onun inatçı ve kendisine güvenen karakterinin bir sonucu olsa da, bir yanı da ‘kayıp anne’nin yarattığı başka bir boşluğu doldurmasından kaynaklanıyor. Çünkü onda Cyril’de olmayan bir şey var: Şefkat. Woodcock yoğun temponun ardından yorgun düşüp hastalandığında Cyril’in önceliği işlerin aksamaması olurken, Alma sevdiği adamın başında durup ona bakıyor. En zayıf anında hiç istemese de en zayıf tarafını göstermek zorunda kalıyor çünkü Woodcock. Bütün o kibirli duruşuna, etrafa yönelik güç gösterisine rağmen bedensel olarak en zayıf anında, ruhsal olarak da ne kadar kırılgan olduğu ortaya çıkıyor çünkü. Nihayetinde bir duvar da en zayıf noktası kadar güçlüdür. Kendisine bir duvar ören Woodcock’un zayıf noktasını gören Alma hamlelerini buradan yapıyor. Ve sonuca ulaşıyor. Woodcock’un durumu fark edip savunma hatlarını güçlendirmek yerine duvarları kaldırmayı denemesiyle ilişki için de yeni bir kapı aralanıyor. Annenin silueti giderek kaybolurken boşluk şefkatli bir sevgili ile dolduruluyor böylece.
Paul Thomas Anderson, gösterişli bir terzi değil de büyük bir sanatçı gibi ele aldığı kibirli Woodcock’un ördüğü duvarların, ergen tavırlarının sıradan bir kadın tarafından paramparça edilişini gösterirken yalnızca özel bir aşk hikayeyi göstermiyor bize. Aynı zamanda ironik bir biçimde ‘büyüme’ hikayesi de çıkarıyor.
Daniel Day-Lewis’in bu filmin ardından sinemayı bırakma kararını gözden geçirmesini temenni ederek bitirelim.
ORİJİNAL ADI: Phantom Thread
YÖNETMEN: Poul Thomas Anderson
OYUNCULAR: Daniel Day-Lewis, Vicky Krieps, Lesley Manville
YAPIM: ABD, İngiltere
SÜRE: 131 dk.