Depresyonda bir ülke
Eline çırayı geçirmiş memleketi bir ucundan diğerine tutuştura tutuştura ilerleyenleri gördüğünde, “kapıyı ört de içeri duman girmesin” demekle yetinen, hatırı sayılır bir depresif nüfus var bu ülkede.
Bu sabah epeyce zor uyandım. Bir de baktım ki ne göreyim, depresyondayım. Öyle ki biri kibriti çakıp evi bir ucundan tutuştura tutuştura burnumun dibine gelse, yastıktan başımı kaldırasım yok. Olsa olsa “az camı aç da şu duman dışarı çıksın” diyecek kadar bir takatim var. Şaka yapmıyorum. Dört başı mamur bir depresyon durumu.
Şu mübarek perşembe gününde, sayın okuyucu, en ihtiyacın olan şey tam da buydu tabii. Depresyonda bir sütun yazarı... Hemen başka kapıya gideceksin değil mi? Git bakalım. Dosdoğru Duvar dibinden devam et. Okunacak dünya kadar yazı var. Zira ben bugün bu depresyondan çıkamam. Üstelik bir Yıldız Tilbe mantığıylan ifade edecek olursam, ne depresyonlardan çıkamadım ben, bundan mı çıkacağım? Hiç işim olmaz.
Fakat bir yandan da, içine yuvarlandığım bu depresyon illetini toplumun kaçta kaçının yaşadığını tespit etmeksizin, kendi durumumu da tam olarak tartamıyorum ben. Bu nedenle Türkiye ortalamasını şöyle bir yoklamak üzere, depresyonumu da alıp yorganın altından çıktım ve bilgisayarın başına geçtim.
Geçen yıl tam da bu zamanki verilere baktım. Son bir yıla bakmadım, çünkü çok yakın. “Yakından sosyoloji” olmaz. Uzaklaşacaksın biraz. Neyse işte, Nisan 2017 verilerine göre, Türkiye toplumunun 8 milyonu antidepresan kullanıyormuş. Kısaca “toplumun ‘insan’ olanı antidepresan kullanıyor” diyebilir miyiz acaba? Yani, nasıl katlanacaksın başka türlü? Daha bir iki gün önce TBMM Başkanı Bağçanur Ayşe Kapılı, Afrin operasyonunu eleştiren HDP İstanbul milletvekili Hüda Kaya’ya, “Asla bu kürsüden sizin böyle konuşmanıza izin vermeyeceğim. Aslaaaa!” diye etmediğini bırakmadı. Hüda Kaya’nın mikrofonunu kopardı. Pardon kapattırdı. O günkü yazılara filan bir bakın, göstermelikten bir ifade özgürlüğü savunusu adına olsun, bu olaya bir cümle laf edebilen olmuş mu yandaş basında? Etmezler... Boş yere beklemeyin. Haksızlığın, hukuksuzluğun, keyfiliğin haddi hesabı yok. Örnekleri çoğaltmayayım. O yüzden de elde var depresyon...
NERDE İNSANLIK?
Bir de elde var Orhan Gencebay, ki bu da beterin beteri oluyor. Yüz yaşına gelmesine bir çeyrek kalmışken, “yurttaşlık” ve yurttaş hukuku üzerine tek satırlık bir idrak geliştirememiş olduğunu görmek çok hazin... MESAM’a kayyım atanması üzerine, “Ben bilemem. Yani devletimiz bilir. Devlet böyle bir karar verdiyse, devlete karşı gelmek olur mu? Bugüne kadar devlete hep saygı duydum. Bu kayyuma da saygılıyım. Varlığımız devletin emrindedir.” demiş. Hem de bir çırpıda! Sen devlete mehteri ver, sonra da böyle suçu üzerinden sıyır ve kenara çekil. Oh ne ala! Bütün bunlar hep ibişlik...
Oysa elinde dünyanın külünü atıp dumanını savuracak bir sanatı var Orhan Gencebay’ın. Bu sanat yıllar boyu yoksulun, garibanın, göç edip memleketinin bağrından kopanın, dolmuşçunun ve duvar boyacısının tutunacak tek dalı ve koparacak tek isyanı olmuş. Heyhat ki Orhan the godfather kendi sanatından kendisi nasiplenememiş! Yurttaş değil, “yandaş” olmayı görev bilmiş. Zira devlet artık o bildiğimiz devlet değil. Partili bir devlet... Üstelik böyle olmasa bile, devlet her daim ve kati biçimde itaat edilmesi gereken bir teşkilat olarak kabul edilebilir mi ya? O zaman İsrail de bir devlet, ABD de bir devlet hem de birleşik devlet, inanmayacaksınız ama Hollanda da bir devlet. O devletleri her tür musibetin ve şerrin müsebbibi olarak görmekte hiç tereddüt etmeyen bir kesim, bizimkine her türlü şerrin ötesinde, eleştirilemez, itiraz edilemez ve dokunulamaz bir “yücelik” olarak, her daim boyun eğilsin istiyor! Anlaşılan Gencebay da bu kesimden. Neyin kafasıdır bu sayın Gencebay? Şikayetim var. O güzelim, o eksantrik şarkılara, o karizmatik Gencebay soyadına yazıklar olsun... Yazıklar olsun... Kula kulluk edene yazıklar olsun... Her şey karanlık, nerde insanlık?
BİR KEDİM BİLE YOK AMA...
Düşündüm de, bu kadar çok insan antidepresan kullanıyorsa antidepresan kullananların da bir kısmı kedi sahibidir muhakkak. Çünkü sanırım Türkiye’de 32 milyon kişi de kedi besliyor. Kedilerin bile fayda etmediği bir depresif hâl. Amanın, çok tehlikeli...
Gerçi Türkiye en depresif ülkeler sıralamasında ilk ona girmemiş henüz ama bence o da şuursuzluktan. Zira çoğu insan kendi ruh halini algılamaktan aciz. Beden halini de algılayamıyor. Obezite de yaygın ama herkes kendi bedenini iki beden eksik söylüyor. Sahip olduğumuz halde eksik söylediğimiz tek şey kilolarımız. Fakat yine de son beş yılda depresyonda olan kişi sayısı yüzde 70 oranında artmış. Demek ki yavaş yavaş bir adını koyma, bir şuurlanma da olmuyor değil.
Başlıkta “Depresyonda bir ülke” demişken, tabii ki kulağımda Emil Tode’nin “Sınırda Bir Ülke”si çınlamaktaydı. Gerçek adı Tõnu Õnnepalu olan Estonyalı bir yazarın ilk romanı. Türkçe basımının arka kapak yazısından tanıtırsam şöyle bir kitap: “Estonyalı bir üniversite öğrencisi, ‘Doğu Avrupa'nın Kültürel Entegrasyonu Projesi’ çerçevesinde Fransız şiirinin başlıca örneklerini Eston diline çevirmek üzere Paris'e gelir. Çok geçmeden iki dil arasındaki sınır genç edebiyatçıya aşılamaz gibi görünecek ve kendini şimdiki zaman ile geçmişi arasında sıkışmış hissedecektir.” Kitabı iki yılı aşkın bir süre Estonya’da yaşadığım bir dönemde okumuştum. Orada okuyunca başka türlü etkileyici gelmişti.
Daima büyük bir özlemle hatırladığım Estonya’yı da bir gün yazarım size. Şimdilik kısacık değinmekle yetineyim. Yılın altı ayı neredeyse tümden ışıksız olmak üzere, yedi sekiz ayını hatırı sayılır bir karanlıkta geçirir Estonya. Siyah gecelere alışık olmayan yabancıların çoğu orada depresyona girermiş. Öyle derlerdi. Bana gelince, sanki dünyanın kuzeyinde yerçekimi görece azmış da ayağımı yere sıkıca basmasam havalanıp uçacakmışım gibi bir hafiflik gelmişti üzerime. Depresyon mepresyon hak getire. Üstelik siyah geceler varsa yaz aylarına yayılan muhteşem “beyaz geceler” de vardı...
İşte o günlerde okuduğum Emil Tode’nin kitabı da benim bu hafiflikle yaşadığım küçük Eston ülkesinin dönüşümünü ve irili ufaklı bunalımlarını getirip önüme bırakıvermişti. Kitabın kahramanı da ülkesi de her türlü keskin duygunun ve bir anlamda da uçurumun kenarındaydı. Bir tarafı hayal bir tarafı hakikat olan bir sınır...
Bu depresyonlu, “sınır”lı girizgahtan varacağım yer şurasıdır:
Geçen hafta Duvar’da yayımlanan Hamit Bozarslan söyleşisi zihnimde bir türlü bir yere oturmayan çok basit bir vakanın kilidini çat diye kırıp açtı. Her ne kadar Hamit Bozarslan toplumsal hayatımızda ardı ardına yaşanan şoklar karşısındaki durumumuzu, bellek oluşturamama, bunama ve sersemleşme filan gibi kelimelerle açıklıyorsa da bunca vahameti yaşayıp bu kadar tepkisiz kalmamızın nedenini başka bir sözcük karşılıyor aslında. Depresyon. Bu söyleşi sayesinde anladım. Ağır bir depresyondayız bence. Depresyonda bir ülke.
Eline çırayı geçirmiş memleketi bir ucundan diğerine tutuştura tutuştura ilerleyenleri gördüğünde, “kapıyı ört de içeri duman girmesin” demekle yetinen, hatırı sayılır bir depresif nüfus var bu ülkede.
Allah sonumuzu hayretsin...