YAZARLAR

İstisna, sapkınlık ve çöküş

Bütün ahlaki ayrımların çöktüğü yer eylemin kendisinde değil, bir ayrımsızlık bölgesi olarak istisna uzamındadır. İstisna, normal durumda sapkın kabul edilen davranış ve eylemlerin makul ve makbul olduğu bir uzam yaratır. Ama bu uzam ‘metonimik’ bir bulaşmayla her tarafa yayılır.

2003 senesinde Ebu Gureyb Cezaevinden, mahkûmların korkunç derecede aşağılanmaları durumunu ortaya koyan fotoğraflar sızıp (!) yayıldığında, Coetzee üzerine muhteşem bir kitabın da yazarı olan Hania Nashef, işkenceyi ‘arzu makinesinin’ bir uzantısı olarak tanımlamıştı. Söz konusu yazıda işkencenin normal durumda sapıkça kabul edilen arzulara normalleştikleri bir uzam sunup sunmadığını soruyordu. Elbette bu türlü bir normalleşme ahlaki ayrımların ortadan kalktığı, sınırların bulanıklaştığı bir uzamın mümkün olması anlamına da gelmektedir. Her şeyden önce sorumluluk duygusunun iptali söz konusudur burada. Buna muhatabın eşzamanlı olarak insan-dışılaştırılması eşlik eder.

Modern dünyanın tam da kendi kalbinde bu türlü bir potansiyeli barındırdığını Robert Musil daha 1906’da görmüştü, Genç Törless ile. Bu küçük kitabın ‘hikâyesi’ son derece nitelikli bir burjuva yatılı okulunda geçer. Bu okulda, bir sonraki dönemin diktatör kişiliklerinin nüveleri olarak da değerlendirilmiş olan iki öğrenci, Reiting ile Beineberg ‘kız gibi güzel bir çocuk’ olan Basini’yi hırsızlık yaparken yakalarlar. Yine bu okulda, yerini Reiting ile Beineberg dışında kimsenin bilmediği gizli bir küçük oda vardır. Bu odada Basini’ye akıl almaz işkenceler yaparlar. Onu köleleştirir, istedikleri gibi yönetebilecekleri birine dönüştürürler. Bütün bu işler arasında ikili arasında bir yandan da kötücül bir rekabet vardır. Rekabet, Basini’nin ruhuna kimin daha çok nüfuz edeceği, kimin onu daha itaatkâr, iradesi bütünüyle kırılmış bir figüre dönüştüreceği hususundaki bir rekabettir.

Bu olayların içerisine sürüklenen Törless ise Ernst Fischer’ın sözleriyle, bir dünyanın gözlerinin önünde çöküp gitmesine tanıklık etmektedir. Çünkü bu oda ‘yasa’nın dışındadır ve Törless şunu düşünmekten alıkoyamaz kendisini: “Eğer bu odada her şey mümkünse, her yerde her şey mümkün demektir.” Eğer her yerde her şey mümkünse, o dünya zaten kendi içkin çöküşünü ve çürümesini de bağrında taşıyor demektir: Olağanüstü Hal ya da istisna durumu! Kitabın bir yerinde Reiting, Basini’yle ilgili olarak şunu söyler: “İstediğim şey gerçekten derisinin altına nüfuz edecek bir şeydi.” Yeryüzünün Lanetlileri’nde sömürgedeki aynı yasasız şiddeti anlatırken Frantz Fanon’un başvurduğu metafor da ‘deri’ metaforudur: Kapitalist dünya sisteminin üzerinde yükseldiği şiddet derinin üstünden ziyade altına nüfuz eder. Derinin altına nüfuz eden bir şiddet makinesinin temel amacı, bir insan posası, insandan artakalmış bir şeyler üretmektir.

Niteliksiz Adam, Robert Musil, Çev. Ahmet Cemal, YKY, 552 syf, 2018

Fischer, Niteliksiz Adam’a yazdığı önsözde şunu söylüyor: "Görünüşte henüz ayakta duran bir uygarlığın içerisinde toplama kamplarının dehşeti, insanı bütünüyle yıkıma sürükleyen bir iktidardan alınan sapık zevk kendini belli eder." Yıllar sonra Ebu Gureyb’le ilgili olarak Nashef’in söyleyeceklerine bir hayli paralel bir biçimde… Elbette asla bir sonu olmayan, tatmin bulması asla mümkün olmayan sapık bir arzudur bu. Musil’in daha o zamandan gördüğü şey, sonradan toplumun her yanına yayılacak olan bu içkin çürümedir. O odada her şey mümkünse, toplumun her yerinde her şey mümkün demektir.

Nashef’in sorusu tam olarak şu: “İşkence, bastırılmış arzunun yürürlüğe girmesine mi olanak tanır, yoksa başka türlü yüzeye çıkmasına izin verilmeyen sapıklığın belirli bir dünyada kabul edilebilir hale geldiği bir mekân sağlayarak yüzeye çıkmasına olanak tanımak suretiyle bizzat sapıklığa onay mı vermektedir?” Ben bu soruyu yukarıdaki ‘oda’ metaforuyla birleştirerek ‘işkence’ sözcüğünün yerine ‘istisna uzamı’ teriminin geçirilmesini öneriyorum. Çünkü bütün ahlaki ayrımların çöktüğü yer eylemin kendisinde değil, bir ayrımsızlık bölgesi olarak istisna uzamındadır. İstisna, normal durumda sapkın kabul edilen davranış ve eylemlerin makul ve makbul olduğu bir uzam yaratır. Ama bu uzam ‘metonimik’ bir bulaşmayla her tarafa yayılır. Örneğin bir kadının cansız bedeninin çırılçıplak teşhir edilmesi, bir ‘erkeklik’ biçiminin inşasında köklenmektedir ve Varto’da bunun mümkün olması Bağdat Caddesi'ndeki tecavüzü de normalleştirir. Ya da milli kimliğin kurucu öğesi olarak bir ‘terörist’ imgesini sürekli canlı tutup pompalarsanız ve bu imgeyi de ‘kendisine her şeyin yapılabilir olduğu’ bir figür olarak, bir hayat sahibi olmayan (etkisiz hale getirmek!) bir figür olarak inşa ederseniz, ölüm ile yaşam arasındaki sınırları da bulanıklaştırırsınız. İstisna, sınırların olmadığı bir uzamdır ve bu bulanıklaşma hali de yine metonimik bir bulaşmayla toplumun her yanına yayılır, hem de hezeyan halinde. Bu hezeyanın bir örneğini geçtiğimiz günlerde bir uçak kazasında hayatını kaybeden gencecik insanların ‘ölümleri’ karşısında takınılan korkunç (ve mide bulandırıcı) yaygın tutumlarda gördük.

Kendi adıma, ‘şimdi’nin korkunç hakikatine gözlerini dikmiş bir konumda bulunuyorum; bu bakış beni zaman zaman körleştiriyor da. Ne geçmişe dönük bir nostalji, ne de daha iyi bir geleceğe yönelik bir özlem… Belki de OHAL’le, kelimenin özel bir anlamında ‘istisna’ ile yaşıt olduğumdan… Ama yine belki de geleceğe yönelik bir ufka göz kırpmak gerekiyordur, arada sırada da olsa. Şöyle diyor Fischer: “Burjuva dünyasının çöküşü ve yozlaşması, artık düzen olmaktan çıkmış bir düzen ve onun kabuklarını kırıp dışarı çıkan acımasızlık ve barbarlık, duygu ile eylem arasındaki uçurum, kurumuş bir toplumda insanın yalnızlığı, kırılganlaşmış gerçeklik, bir başka konuma, yaşamda yeni bir bütünlüğe ve içeriğe duyulan özlem.” Belki de tarihsel görevimiz bu yeni içeriği küçük küçük hazırlamaktır.