Bedeninden kurtulan bir nüktedan: Stephen Hawking
Hawking'i kahraman yapan şey, fizikteki buluşları değil; gencecik bir insanın, iki yıl ömrünün kaldığını bilmesine rağmen, tüm gücüyle bilime sarılmasını sağlayan tutkusudur kanımca. Olağanüstü bir irade ve çalışma azmi ile sonuç olarak ortaya koyduğu işin özgünlüğü şaşırtıcı olmasa gerek.
Anlaşılması en zor konulardan birisi olan çağdaş fizik üzerine yazılmış bir kitap, iki yüz otuz yedi hafta en çok satanlar listesinde kalabilir mi? Kaldı, hem de hızlı etkileşim olanağının, sosyal medyanın olmadığı, 1988 yılında basılan bir kitaptı bu: “Zamanın Kısa Tarihi” Yazarı ise bu hafta vefat eden Stephen Hawking.
Çoğumuz onu tekerlekli sandalyesinde, hilkat garibesi bir insan olarak tanıdık. Oysa, 1942 yılında sağlıklı bir bebek olarak dünyaya gelmişti. Henüz yirmi bir yaşında iken aldığı Amiyotrofik Lateral Skleroz (ALS) tanısını, kas erimesi ve omurilikte harabiyetin izleyeceğini biliyordu. Teşhisi koyan doktorlar, onun iki yıl ömrünün kaldığını düşünüyorlardı.
Kendisini kahraman yapan şey, fizikteki buluşları değil; gencecik bir insanın, iki yıl ömrünün kaldığını bilmesine rağmen, tüm gücüyle bilime sarılmasını sağlayan tutkusudur kanımca. Olağanüstü bir irade ve çalışma azmi ile sonuç olarak ortaya koyduğu işin özgünlüğü şaşırtıcı olmasa gerek.
Stephen Hawking, bilime muazzam bir katkıda bulunmasına rağmen, henüz Nobel ödülü alamamıştır. Evrenin bir hologram olabileceğini ilk olarak ileri süren teorik fizik profesörlerinden, Leonard Susskind ve Nobelli Gerard’t Hooft, çalışmalarını, Stephen Hawking ve Jacob Bekenstein’ın kara delikler üzerinde yaptıkları çığır açan çalışmaya dayandırmaktadırlar.
Kendi adıyla anılan buluşu, “Hawking radyasyonu” kara deliklerin termal özelliklerini açıklayan önemli bir teorik buluştur. Normalde kara deliklerin, yoğun bir kütle-çekimsel alanın sonucu olarak, etrafındaki tüm madde ve enerjiyi yuttuğu düşünülür. Fakat Hawking, bunun tam olarak geçerli olmadığını; kara deliklerin tamamen kara olmadıklarını, fakat radyasyon yaydıklarını, bu salınım neticesinde kara deliklerin buharlaşarak nihayetinde yok olduklarını göstermiştir. Mikro ölçekte, atom altı düzeyde birbirleri ile etkileşen ve etkileştikleri gibi hızla birbirini yok eden parçacıklar negatif ve pozitif yüklüdürler. Hawking, parçacıkların, bir kara delik ile etkileşimlerinin nasıl olacağını merak etmiştir. Ulaştığı sonuç, kendisini de şaşırtmış ve ilk etapta “Acaba nerede bir hata yaptım?” diye düşünmesine neden olmuştur. Pozitif parçacığın, kara delikten kaçabileceğini, negatif parçacığın ise kara deliğe düşeceğini, düşmesinin kara deliğin kütlesini azaltacağını bulmuştur. Pozitif parçacık gözlemciye radyasyon olarak yansıyacaktır.
Nobel ödülü alabilmesi için bunun ispatlanması, ispatlanabilmesi için de ihtiyaç duyulan büyüklükte kara deliklerin bulunması gerekmektedir. Daha küçük kara deliklerin, büyük olanlara oranla daha fazla Hawking radyasyonu yayacağı düşünülmektedir. Çok değil, iki yıl önce verdiği bir ders sırasında, uygun büyüklükte bir kara deliğin henüz bulunmamış olmasına atıfla “Bulunamaması üzücü bir durum, bulmuş olsalardı Nobel’i çoktan almış olurdum” demiştir. Fikir büyük olsa da henüz ispatlanamamıştır.
Espri yapmayı seven Hawking, kendisine bilimsel yaşamının “buldum” dediği noktasının ayrıntıları sorulunca: “Seksle karşılaştıramam ama daha uzun sürdüğünü söyleyebilirim” demiştir. Hoşlanmadığı kişilerin ayaklarını, üzerinden tekerlekli sandalye ile geçerek ezdiği bilinen Hawking, 1977 yılında bir resmi tören sırasında Prens Charles’ın ayaklarını bu şekilde ezmiştir. Böyle bir huyunun olup olmadığı kendisine sorulduğunda “Çok hain bir söylenti, bunu tekrar edenin ayaklarını ezeceğim” demiştir.
Dehâların hayalleri de bizimkilerden farklı oluyor. Onun yaşamı boyunca merak edip hayalini kurduğu şey yer çekimsiz bir ortamı deneyimlemekti. Zero G’de, 2007 yılından basına yansıyan görüntülerden, kendisinin sandalyesiz nasıl da mutlu olduğunu görme fırsatımız olmuştu.
Mustafa Kemal Atatürk’ün hayali, ülkemizde bilim insanlarının yetişmesiydi. Bunun için kurulma talimatını verdiği ilk fakülte olduğu rivayet edilen Ege Üniversitesi Fen Fakültesi'nden mezunum. Gerek yurtdışında gerekse ülkemizde bilim yapma fırsatı buldum. Nobel ödülü almış kişilerle aynı sofrayı paylaşma, konusunda dünyanın en iyi ilk beşi arasına girebilecek düzeyde bilim insanları ile aynı laboratuvarda çalışma, ortak proje yürütme şerefine nail oldum. Ülkemde nitelikli bir biliminsanı olarak değerlendirilmiş olmama rağmen, yurtdışında katıldığım çalışmalar, bir süre sonra, eğitimimin üst düzey bir teknisyen seviyesinde olduğu gerçeği ile yüzleşmeme neden olmuştu.
Özgün bir bilimsel çalışma düşünmek, planlamak, uygulamak zor bir iş. Özgün çalışmaların, niçin hemen her zaman fikir özgürlüğünün olduğu ülkelerden çıktığını, kendimizle yüzleşerek düşünmeliyiz.
Carl Sagan, “Karanlık Bir Dünyada Bilimin Mum Işığı” isimli kitabında, John Stuart’ın, “Özgürlük Üzerine” isimli eserinden alıntı yapıyor: "Bir düşünceyi susturmanın şeytanca bir kötülük olduğunu söylüyor. Düşünce eğer doğruysa, ‘hataya karşı doğru’ takasından mahrum kalmış; eğer yanlışsa ‘hata ile çarpışmasında’ doğruya ilişkin daha derin bir anlayış geliştirme şansını tepmiş oluruz. Eğer yalnızca kendi savlarımızdan haberdarsak, onları bile tam bilmiyor sayılırız; çünkü kısa zaman sonra bayat, düşünmeden ezberlenen, denememiş, sönük ve cansız doğrular haline gelirler."
Bilim, din, felsefe, politika fark etmiyor değil mi?