YAZARLAR

İki kırmızı arası: Londra

Her şeyi bilmem kaçla çarpmaktan yorulmuş bünyeye serap ferahlığı: İkinci el kitapçılar. Akşam vakti, oldukça yaşlı bir kadınla adam sosyal bilimler rafının civarında eğleşiyor. Kadın, neden sonra iskemleye oturup Marksist bir klasiği elindeki büyüteçle inceliyor. Film sahnesi yazsan, yapımcı mübalağa der. Ama gerçek.

Yazarına karar verememiş şehir. Shakespeare tamam, Dickens buralarda bir yerde, Wilde’ın pek esamisi okunmuyor, Doyle’un Sherlock’u eh işte, 221B’nin önü tenha. İtalyan hanım teyze “Eski eviniz miydi burası?” diye sormazdı yoksa. Ki, eski evimiz olsa ne âlâ olmaz mıydı?

Asla gösterişçi görünmüyor. Gösterişçi görünmemek için sarf edilen gayreti ancak bir süre sonra anlıyor insan. Ve bu gayretteki kibri. Kibir, bir tespit değil, duygu. Sarı bir duygu. O kadar çok siyah, çekik gözlü ve esmer insan var ki etrafta, bu kibir de örtülmüş bir şekilde. Hadi trafik ters akıyor amenna, duraklar neden kaldırıma dönük? İnsanlar sırtı dönük mü bakıyor otobüslere? İlk kırmızı da bu zaten; otobüs kırmızısı.

Aydınlık gri. Gökte, sanki yaratıldığı andan itibaren hiç çekilmeden duran semirik bulutların en büyük amacı, şöyle bir yağmur indirmek. Kapıda ayakkabı çıkarırlar demişlerdi, garipsemiştik. Sebepsiz değilmiş; dünyanın en çok ıslanan ayakkabıları memleketi. Ama ısrarla beyaz ayakkabı giyiyorlar. Zıtlık olmazsa hikâye olmaz.

Rivayet o ki, yazın güneş açınca da oldukça aydınlık olurmuş. Burada herhangi bir şeyi aydınlık hayal etmek zor, griden başka. Gri de münhasır, garip bir gri. Taklidi yapılsa çok sakil durur. Bütün dillerin taklidi var sokaklarında. İnsanlar, bir şeyleri temsil etmek için dolaşıyorlar sanki. Çekik gözlü bir ırk var, siyah var, esmer var, kahverengi var ve işte herkes burada temsil ediyor, gibi bir hal. Paris’e demiştim ama burası da Osmanlı İstanbul’u. Yahut biz o bahsi geçen İstanbul’u gözümüzde çok büyütmüşüz, gidip her yeri ona uluyoruz.

Epey Türkçe. Marketlerde Türkçe konuşmanın oldukça yüksek rekolteli olduğunu duymuştuk ama buncasını tahmin etmek güç. Tabelalarda Türkçe isim gayreti. Herkes sanki memleketinden bahsetmek için bahane bulmuş. Bir de berberler. Zanaat güçlü bir şey elbette ama gurbette zanaatın bu kısmının bunca teveccüh görmesi şaşırtıyor insanı. Murti Barber’lar, Traditional Turkish’ler havada uçuşuyor. Otobüs şoförünün tıraşı gelmiş, Urfam Kebab’ın önünde sigara içen çocuğa sesleniyor “İşler nasıl?” diye, trafik ışıklarında. Işıklarda hep bir şıklık var, ışığın kendisinde. Birileri fark etsin de kendi kendine sevinsin diye adeta. Market demişken, Akif Abi’yi anmadan olmaz. Olmayanı oldurdu, eczaneden ilaç aldırdı, üstüne bir de meyve suyu ısmarladı. Eczane yolunda köyünden bahsettik. Çok özlüyormuş.

Her şeyi bilmem kaçla çarpmaktan yorulmuş bünyeye serap ferahlığı: İkinci el kitapçılar. Çıktıktan sonra anlıyoruz, Skoob meğer Books kelimesinin tersiymiş. Sovyetik bir bina silsilesinin civarında Skoob, aşağı iniliyor, üstünde kocaman market var, markette çokça kahve çeşidi var. Akşam vakti, oldukça yaşlı bir kadınla adam sosyal bilimler rafının civarında eğleşiyor. Kadın, neden sonra iskemleye oturup Marksist bir klasiği elindeki büyüteçle inceliyor. Film sahnesi yazsan, yapımcı mübalağa der. Ama gerçek. Marx rafından hürmetle bir kitap indiriyoruz üç kişi. İlk bakışta bu kadar pahalı görünen memleketin ikinci el kitaplarının ucuzluğu müthiş ferahlatıyor. Bir de bu kadar yürümek olmasaydı.

Düz, dümdüz. Liverpool Ülkü Ocakları şakasını sevmemek mümkün değildi, ama bir el yükselebilirmiş o şaka, öte yandan. Londra ovası, bilmem ne yuvası dense olurmuş. O kadar düz. Kızıltepe gibi, adında tepe olan bir dolu yer var ama tepenin kendisi yok. Kızıltepe’de de yoktur; en azından tepe kısmı. Kızıl kısmını oturup konuşalım.

İkinci kırmızı telefon kulübeleri. Hiç işlevi yok ama korumuşlar. Bir telefon kulübesinden şehre sembol yapmışlar. Dahası da; metrodan anons ettikleri duyuruyu da şehre sembol yapmışlar. İnsan sembollerin başarısını görünce, Boğaz vapurlarının değiştiğini hatırlıyor. Üzüntü zaten mütemmim cüz.

Kendi gri, sembolleri kırmızı, yetmiş üç dilin sokağında konuşulduğu, ortasından geçen nehrin epey silik, sönük olduğu, dümdüz ama oldukça akılda kalıcı bir kent. Kırmızı diye bir renk dünyada olmasaydı, bulurlardı. Sarayın önündeki askerlerin kasketine kondururlardı hiç olmazsa. Saati var ama tadilatta. Adı Big Ben.


Mehmet Said Aydın Kimdir?

1983 Diyarbakır. Kızıltepeli. Türk Dili ve Edebiyatı okudu. Üç şiir kitabı var: “Kusurlu Bahçe” (2011), “Sokağın Zoru” (2013), “Lokman Kasidesi” (2019). “Kusurlu Bahçe” Fransızcaya tercüme edildi (2017). “Dedemin Definesi” (2018) isimli otobiyografik anlatısı üç dilli yayımlandı (Türkçe, Kürtçe, Ermenice). Türkçeden Kürtçeye iki kitap çevirdi. BirGün ve Evrensel Pazar’da “Pervaz” köşesini yazdı, Nor Radyo’da “Hênik”, Açık Radyo’da “Zîn”, Hayat TV’de “Keçiyolu” programlarını yaptı. Editörlük yapıyor.