ABD'nin Ortadoğu stratejisinde PYD ve FKÖ
ABD’nin Ortadoğu’daki iki büyük devletsiz toplumun siyasal hareketleri üzerinde 1980’lerden günümüze uzanan süreçte adım adım kendi nüfuzunu kurduğunu görüyoruz. Barzani ve PYD aracılığıyla Irak ve Suriye üzerinde önemli bir stratejik avantaj elde ederken, Filistin hareketi üzerinde kurduğu nüfuz ile bu hareketin İsrail’e zarar vermesini önleyip ve Rusya ve İran gibi ülkelerin mümkün olduğunca Filistin hareketinden uzak tutulmasını sağlamayı amaçlıyor.
Geçen yazıda, ABD’nin Ortadoğu’da gerileme içinde olduğu, hatta bir stratejisinin bulunmadığı, şimdiki yönetimin ise karar verme açısından bir dağınıklık sergilediği yolundaki iddia ve değerlendirmelerin gerçekçi olmadığını savundum. ABD’nin 2000’lerden itibaren geliştirmiş olduğu genel bir Ortadoğu stratejisini uyguladığını, bunun en önemli ayaklarından birinin dış politikada Rusya’ya yakın, içte otoriter, ekonomi politikası açısından devletçi ve siyasal açıdan Baasçı ve Arap milliyetçisi rejimlerin tasfiyesine yöneldiğini ileri sürmüştüm. Irak ile başlayan ve Libya ve Suriye ile devam eden bu politikayla, bu ülkelerin Batı sistemine meydan okuyan liderlerinin kendi halkları tarafından öldürülmeleri sağlanmış, istikrarsızlaştırılmış, her birine daha Amerikan askeri varlığı yerleştirilmiş ve yine her birinde ABD’ye bağlı yerel güçler ya oluşturulmuş ya da oradaki güçlerle işbirliğine gidilerek kendisine bağlanmıştır. Böylelikle hem Rusya’nın Ortadoğu’daki etkisi azaltılmış, hem de diğer ülkelere direnmenin getireceği bedeller hatırlatılmıştır.
Çok kısa ifade etmek gerekirse ABD’nin genel Ortadoğu stratejisi, diğer bilinen unsurların yanında, iki temel amaca dayanıyor. Bölgenin Batı’ya ve ABD’ye olan bağımlılığının kendisine yakın müttefiklerinin birbirleriyle daha sıkı bir dayanışma içinde sürdürülmesi ve küreselleşmeye entegre edemediği ülkelerin ise kontrollü bir istikrarsızlık içinde kalmasını sağlamaktır.
Bu bağlamda Ortadoğu politikasının diğer önemli yönünü oluşturan Kürt ve Filistin sorunları ise uzun süredir ABD’nin radarındaydı ve aslında tarihsel süreçte bu iki sorunun hep içindeydi. Bu yazıda, ABD’nin Ortadoğu’nun bu iki ciddi sorununa nasıl giderek daha derinden dahil olduğunu ve Filistin ve Kürt hareketine ait örgütleri nasıl kendi nüfuzu altına aldığına değineceğim.
ABD, AB VE KÜRT SORUNU
Kürt sorunu özellikle 1990’lardan itibaren giderek uluslararası bir boyuta taşınmaya başladı. ABD, Ortadoğu’da ilk önce Irak’lı Kürtlerle özellikle Barzani üzerinden bağlantılar kurarak bu soruna dahil oldu. Geçmişte, ABD’nin kolay gözden çıkarabilmesi nedeniyle sorunlu işlemiş olsa da, 1991 Körfez harekatından sonra ABD ile Barzani arasındaki bağlar giderek sağlamlaştı.
Bu dönemde Kürt sorununda Almanya-Fransa ekseni ve onlarla ortak hareket eden Rusya daha çok PKK’ya yakın durup ona hem siyasal destek verdiler hem de Suriye, Sırbistan, Yunanistan gibi ülkeler aracılığıyla lojistik destek sağladılar. Dolayısıyla, ortaya çıkan stratejik tablo bir yanda ABD’nin açık, Türkiye’nin gönülsüz, İsrail’in ise arkaplanda desteklediği Barzani liderliğindeki Iraklı Kürtlerle, öte yanda ise Almanya-Fransa-Rusya eksenine yakın duran PKK arasında bir ayrımın yaşandığını gösteriyordu. Öcalan’ın Suriye’den ayrılma süreci ve sonrasında izlediği güzergaha bakılınca bu tablo yeterince netleşir.
ABD büyük bir olasılıkla, Kuzey Irak’ta kurulan Kürdistan özerk yapılanmasının İncirlik üzerinden korunması karşılığında (Çekiç Güç operasyonu) Türkiye’nin PKK’yı silahlı bir tasfiyeye uğratması konusunda anlaşmıştı. Diğer bir deyişle, Öcalan’ın teslimine yol açan pazarlık 1992-93 uğrağında gerçekleşmiş, bundan sonra Türkiye’de devlet Özal’ın da ölmesinin ardından “Düşük Yoğunluklu Çatışma” stratejisine geçmiş, ABD de o zamana kadar vermediği silah, teknik donanım ve mücadele stratejisi konusunda Türkiye’ye destek vermeye başlamıştı.
Kürt bölgesi açısından anıları hâlâ çok derin ve acı olan bu sürecin sonucunda Türkiye, ABD’nin yine teknik ve istihbarat desteğiyle Öcalan’ı ele geçirebilmişti. ABD’nin bu politikasının altında Türkiye’ye, Kuzey Irak’taki Kürt yapılanması karşılığında sağladığı destek kadar, Almanya-Fransa-Rusya ekseni karşısında bir üstünlük elde etme stratejisi de vardı ve Washington bu konuda kesin bir başarı elde etti. 2003 Irak işgali sonrasında Kürt sorunu üzerindeki etkisi daha da arttı. Suriye’de çatışmalarla birlikte bu kez PYD üzerinden Suriye Kürtlerine angaje olabildi. Böylece hem bu ülkeye askeri olarak yerleşme imkanı buldu hem de Irak Kürtleriyle birlikte kendi gözetiminde bir Kürt coğrafi bütünlüğü yaratabildi. Her ne kadar PYD ve Barzani’yi bir araya getirme çabası şimdilik başarılı olamasa da, Ortadoğu’daki Kürt hareketinin iki en önemli siyasal kanadı üzerinde çok önemli bir etki alanı oluşturabildi. Rusya’nın PYD ile ilişkisiyse Türkiye’nin Afrin’e girmesine yeşil ışık yakmasından sonra iyice zayıfladı; ABD tekrar Kürtlerin tek koruyucusu olma konumuna geldi.
FİLİSTİN HAREKETİNİN ABD ETKİSİ ALTINA GİRİŞİ
Filistin mücadelesinin öncü örgütü FKÖ 1960 ve 1970’lerin ruhuna uygun olarak sol ve seküler ideolojiyle hareket ediyordu. Ne var ki, 1991 Körfez Savaşı sırasında Arafat’ın basiretsiz bir tercihiyle Saddam’ın yanında yer alması, hareketi hem Batı karşısında hem de destek aldığı Arap dünyasında çok zor durumda bıraktı ve ağır bedel ödetti. Gerek Körfez Savaşı'ndaki tutumun getirdiği zayıflık gerekse Sovyetlerin çökmesinin yarattığı yalnızlıkla FKÖ 1993’te Oslo sürecine dahil olarak İsrail’i tanımak zorunda kaldı ve Arafat’ın da ölümüyle birlikte 2000’lerde artık ne İsrail ne de Batı karşıtı kimliğini devam ettirebildi. Arafat’ın yerine geçen Mahmut Abbas ABD ile işbirliğine yöneldi. Bu dönemde Filistin hareketi içinde İsrail ve ABD karşıtlığını İslamcı Hamas üstlendi. 2006 seçimlerinin ardından Gazze’nin kontrolünü ele geçiren Hamas, içte İslamcı uygulamaları, dışta ise İsrail’e yönelik roket saldırılarıyla bu daracık koridorun izole edilmesinin koşullarını oluşturdu ve Gazze buradaki Filistinli halkın en temel ihtiyaçlarını karşılamasına bile izin verilmeyen yoğun bir abluka altına alındı. On yıllık süre sonunda 2017’den itibaren Hamas da üzerindeki yoğun baskıya dayanamayarak iki kritik karar almak zorunda kaldı. Bunlardan ilki Mayıs 2017’de Hamas’ın kuruluş bildirgesini değiştirerek İsrail ve Yahudilik karşıtı söylemini yumuşatması, Müslüman Kardeşlerle bağını koparması ve en önemlisi 1967 sınırları içinde bir Filistin devletini kabul etmesiyle dolaylı yoldan İsrail’in varlığını kabul etmesiydi. Aynı yılın ekim ayında ise Hamas, Mısır’ın arabuluculuk çabalarıyla, Batı Şeria’da hakim olan Filistin Yönetimiyle kendi yönettiği Gazze’de bir Ulusal Birlik Hükümeti kurmayı kabul etti. Her ne kadar Aralık 2017’ye kadar Filistin Yönetimi'nin Gazze’de tekrar otoritesini kurması gerekiyorduysa da bu konuda henüz bir ilerleme sağlanamadı. Bu süreçte ilginç olan nokta, Abbas’ın rakibi olan Muhammed Dahlan’ın da bu uzlaşmaya paralel bir şekilde dahil olması ve Hamas’la görüşmeleri sürdürmesi oldu. Abbas’la olan anlaşmazlığı nedeniyle Birleşik Arap Emirlikleri'nde yaşayan Dahlan halihazırda Gazze’de Demokratik Reform Akımı hareketini kurmuş durumda ve arkasına Mısır, Suudi Arabistan ve BAE’nin desteğini alarak Hamas’ın yumuşatılmasında rol oynadı. Daha da önemlisi Dahlan’ın önce Gazze’de güçlenmesi ama 82 yaşındaki Abbas bir şekilde görevi bıraktığında Filistin Yönetimi'nin başına geçmesi ihtimali. Böyle bir gelişme, Hamas ile Filistin Yönetiminin ortak hükümeti altında eritilmesi ve dolayısıyla, ABD etkisinin bütün Filistin hareketi üzerinde kurulmasının yolunu açacak.
ABD’nin Ortadoğu’daki iki büyük devletsiz toplumun siyasal hareketleri üzerinde 1980’lerden günümüze uzanan süreçte adım adım kendi nüfuzunu kurduğunu görüyoruz. Barzani ve PYD aracılığıyla Irak ve Suriye üzerinde önemli bir stratejik avantaj elde ederken, Filistin hareketi üzerinde kurduğu nüfuz ile bu hareketin İsrail’e zarar vermesini önleyip ve Rusya ve İran gibi ülkelerin mümkün olduğunca Filistin hareketinden uzak tutulmasını sağlamayı amaçlıyor. Bütün bunlar ABD’nin en azından istikrarsızlık çıkarma ihtimal ve potansiyeli bulunan iki önemli siyasal gücü oluşturan Kürt ve Filistin hareketlerini sessizce ama etkili bir biçimde kendi sistemi içinde çekebilme kapasitesine sahip olduğunu gösterdi. Böylece ABD bir yandan İsrail, Mısır, Ürdün, Lübnan ve Körfez ülkeleri aracılığıyla sağlamlaştırdığı Ortadoğu’daki varlığını, bu iki önemli hareketi de yanına çekerek tamamlamış oldu.