YAZARLAR

İşkence: Egemen karşısında insan

12 Eylül söz konusu olduğunda işkence, “devlet otoritesi ve varlığını” sağlamak amacıyla yaygın ve sistematik bir şekilde uygulanmıştır. Şiddet, insan doğasını dönüştürmenin, onları sadık vatandaşlar olarak yeniden yaratmanın aracı olarak uygulanmıştır. O halde, işkence 12 Eylül için özdür ve onun temel yönetme biçimidir. İşte 12 Eylül’ü sadece insanlığa karşı işlenmiş suçlarla bir arada ele aldığımızda gerçek anlamını kavrayabiliriz.

Türkiye’de şiddetli siyasal sarsıntılar yaşanıyor ve bir “beka sorunu” olduğundan söz ediliyor. Sarsıntıların temel nedenini siyasi kurumların sağlam bir zemine dayanmaması oluşturuyor. O halde, iyi bir analize temel oluşturacak bir “zemin etüdü” yapmak öncelikli görünüyor. Böylesi bir etüt yüzeyin altındaki katmanların nasıl oluştuğunu ve dönüştüğünü anlamayı hedeflemelidir. Elbette katmanlaşmaya yol açan güçler, biçim ve içerik açısından çeşitlilik sergilerler. Ancak tüm bu güçler, bir şiddet davranışı olmaları bakımından son tahlilde bir ortak paydada birleşirler. Şiddet davranışı, sadece müessir bir fiilin belli bir hakkı ihlal ettiği durumlarda söz konusu olabilir. Hak ihlalleri birikimli olduğundan, sürekli bir artış eğilimi gösterir. Oysa siyasi ilişkilerin kapsamı hak ve özgürlükler tarafından sınırlandırılmıştır. İhlaller, sınırlı bir alanda büyüyen her şey gibi, zamanla kendi üstüne kıvrılıp kalınlaşmaya, katmanlar oluşturmaya başlar. İşte bizdeki kurumlar, bu katmanların üst üste binmesiyle oluşmuş bir zemin üzerine bina edilmiştir.

Söz konusu bütünleşik yapı, ihlal rejiminin dayandığı mantıksal ilkeleri bir tarihsel süreklilik anlayışıyla kavramayı gerektiriyor. Şimdiki uygulamaların, önceki dönemlerden hangi anlayışları devraldığını açığa çıkarmak anlayışımızı derinleştirmek açısından büyük önem taşıyor. Karşılaştığımız manzara, Türkiye’de siyasal düzenin bir “ihlal rejimi” biçimini kazandığını gösteriyor. Artık insan haklarının “milli irade” önünde engel oluşturduğu görüşü alenen ileri sürülebilmektedir. İktidarı eleştiren düşünce ve davranışlar, meşruiyetini çoğunluğun arzusuna borçlu olan bir “yasak karinesi” ile baştan sınırlandırılmış durumda. Kısacası aksi söyleninceye kadar her şeyin yasak olduğu kuralı amansızca uygulanıyor. Böylelikle ihlal mantığı, yukarıdan aşağıya örgütlenen tüm idari, yargısal ve yasal işlemleri bütünleştiren omurga haline geliyor. İhlal mantığının kurucu ilkelerinden birini şu aksiyomda yakalıyoruz: yasak kural, özgürlük istisnadır. Bizim ihlal rejimi içindeki sürekliliği bulduğumuz yer de tam burada belirginlik kazanıyor. Çünkü bu mantık siyasal hayatımızdaki en etkili uygulamasını 12 Eylül sürecinde bulmuştu.

Bu yüzden, ayak bastığımız siyasi zeminin ilk katmanını 12 Eylül’de uygulamaya konan ihlallerin oluşturduğunu düşünüyoruz. 12 Eylül askeri darbesinden 1992 yılına kadar uzanan dönemi bu çerçevede değerlendiriyoruz. Doğrusu, 12 Eylül ihlal uygulamaları açısından oldukça geniş ve zengin bir repertuvara sahipti. Uzun gözaltı ve tutuklama sürelerinden yaşam hakkına, sendika ve grev hakkından siyasal örgütlenme özgürlüğüne kadar uzanan geniş bir yelpazede çok sayıda hak milyonlarca farklı şekilde ihlal edilmiştir. Tüm bu uygulamaları birleştiren temel stratejik hedefi darbeciler, “devlet otoritesini ve varlığını yeniden tesis etmek” olarak ilan etmişlerdi. Toplum bir uçtan diğerine son derece kapsayıcı ve etkili yasakların cenderesi altına alınmıştı. Bu dönemin dikkate değer bir özelliği, demokrasiye geçildiği dönemde de insan hakları ihlallerinde hiçbir anlamlı iyileşmenin olmamasıdır. Hatta ihlallerin kitlesel ve sistematik bir şekilde sürdürüldüğü, ihlalcilerin de korunup ödüllendirildiğini eklemek daha adil olur.

O halde, Türkiye’de insan haklarının yaygın veya sistematik bir şekilde çiğnendiği, yani ihlalin bir rejim karakteri kazandığı sürecin kaynaklarını bu dönemde buluyoruz. Devlet otoritesinin bir nişanesi olarak idam cezası, bu dönemin ilk evrelerinde etkili bir biçimde uygulanmıştı. Lakin sivil yönetime geçilmesiyle beraber artık siyasi iktidarların idamı uygulama konusunda pek de istekli davranmadığını görüyoruz. Elbette idam cezası, insan hakları açısından çok korkunç ve ağır bir ihlal tipidir. Bununla beraber, yine de bu dönemin ayırt edici ihlal tipinin idam cezası olduğu söylenemez. İlk başlarda etkili bir şekilde uygulanan idamın, sonra sivil yönetim tarafından giderek devre dışı bırakılması bu açıdan dikkatimizi başka bir ihlale yönlendirmemize yol açıyor. Ne var ki günümüzde idam tartışmasının tekrar başlamış olması, özellikle ihlal rejiminin ilk katmanında karşılaştığımız uygulamalarla bir arada ele alındığında anlamını bulacakmış gibi görünüyor. Ancak işin bu yönü bambaşka bir tartışma konusu oluşturur.

Burada işkence yasağının kitlesel ve sistematik bir biçimde ihlal edilmesi, dönemi karakterize eden bir özellik olarak öne çıkmaktadır. İşkence, bilgi elde etmek, cezalandırmak veya yıldırmak amacıyla kamu görevlileri tarafından bir insana fiziki veya zihinsel acı çektirilmesini anlatır. Bu bakımdan işkence son derece ağır bir insan hakları ihlalidir. Sistematik veya yaygın bir şekilde uygulandığında insanlığa karşı işlenen suçlar arasında sayılır. İşkencenin sistematik olması, hem kullanılan işkence yöntemlerinin tutarlı bir bütün teşkil etmesini, hem de devlet tarafından planlı ve kasıtlı olarak işkence uygulanmasını anlatıyor. İşkencenin yaygın olmasıysa, işkence yasağının kitlesel ölçeklerde ihlal edildiği anlamına gelmektedir. İnsanlığa karşı suç olması bakımından bu iki ölçütten birinin var olması, yani sistematik veya yaygın bir işkence uygulaması yeterli kabul edilir. İşkence uygulamalarının Türkiye’nin insan hakları sorunu açısından taşıdığı önem de 12 Eylül’de insanlığa karşı böyle bir suçun işlenmiş olmasından ileri gelir.

Meseleye bu açıdan baktığımızda Türkiye’deki 12 Eylül tartışmasının seyrinin hiç de bu yönde olmadığı görülmektedir. O dönemin sorgu merkezlerinden veya cezaevlerinden dışarıya sızan işkence haberleriyle ilgili devlet tutumunun geçirdiği evrim bu açıdan ele alınmaya değer. Başlangıçta bu iddialar devlet ricali tarafından kesin bir dille reddediliyordu. Buna karşın, işkence gören insanların sayısı çığ gibi büyümeye devam ediyordu. 78’liler Vakfı’nın bir çalışmasına göre o dönemde işkence gören insan sayısı yedi yüz bini aşmıştı. Sadece siyasi mahkûmların değil, organize suçlardan tutuklu olanların, hatta bazı durumlarda karakola şikâyet için gidenlerin dahi işkenceye maruz kaldığı düşünülecek olursa, bu rakamın daha da yüksek olması kuvvetle muhtemel. Uzun sözün kısası, işkence halının altına kolaylıkla süpürülecek ebattaki devlet suçlarının boyutlarını ziyadesiyle aşmıştı. Artık işkenceyi mutlak biçimde inkâr eden tutumun hiçbir inandırıcı tarafı kalmamıştı. Bu yüzden işkencenin “münferit” bir olay olduğu iddiasına odaklanıldı. Uluslararası baskının artması üzerine işkence uygulamalarının bahaneleri arasına bir de eğitimsizlik argümanı eklendi. Esasında kolluk güçleri, modern sorgu yöntemleri konusunda eğitimsiz olduğu, insan hakları bilgisi olmadığı için biçare işkenceye başvurmak zorunda kalıyordu. Bu da birazcık eğitimin halledemeyeceği bir mesele değildi.

İşkence karşısındaki bu tutum, Türkiye’deki insan hakları savunucuları tarafından bilimsel, hukuki ve siyasi boyutlarıyla, gerçekten derinlikli ve kapsamlı bir şekilde ele alınmıştır. İnsan hakları bilincimizin gelişmesinde işkenceye karşı verilen ve verilmekte olan mücadelenin belirleyici bir etkisi olmuştur. İşin bu kısmıyla ilgili meseleleri özel olarak başka şekillerde ele almak ve tartışmak gerekir. Benim burada dikkat çekmek istediğim nokta, siyasal bir enstrüman olarak işkencenin günümüzün ihlal rejimi içindeki kurucu önemidir. Şimdilerde bir zamanlar işkencehane olarak kullanılmış cezaevleri veya sorgu merkezleri müzeye dönüştürülüyor. Sanki işkencenin artık geride kaldığı, sadece yeni kuşakların ibret alması için sözü edilmesi gereken bir olgu olduğu varsayılıyor. 12 Eylül ve baş sorumlusu K. Evren’in yargılanmasıyla da devlet ricali meseleyi kendisi açısından kapanmış kabul ediyor. Başka birçok insan gibi ben de bu kanıda değilim. İşkence, bizler için geçmişin bir olgusu değil, değişik biçimlerde uygulaması devam eden son derece yakıcı bir sorundur. Hatta Türkiye’de egemenlik mantığının işleyişini en saf haliyle bize işkence uygulaması göstermektedir.

Türkiye’de işkence sorunu, modern devletlerin işleyişine özgü problemlerce belirlenmiştir. Modern siyasal toplumlarda işkence, hukuki bir ceza yöntemi olarak dışarıda bırakılmıştır. Bununla birlikte, birçok devlet tarafından itiraf elde etmek, başkası aleyhine tanıklık yaptırmak veya muhalifleri yıldırmak gibi amaçlarla işkence uygulanabilmektedir. İşkencenin çağdışı bir uygulama olduğu yolundaki eleştiriler, aslında çağın gerçekleriyle hiçbir şekilde bağdaşmamaktadır. Yeri geldiğinde her modern devlet işkenceye başvurmuş, kendi toplumuna bunu meşru gösterecek veya kabul ettirecek argümanlar ileri sürmekten geri durmamıştır. Sadece Fransa’nın Cezayir’deki, ABD’nin Guantanamo’daki uygulamalarını anımsamak bile bu iddiayı ispatlamaya yeter. Dolayısıyla işkencenin ilkel veya anti-demokratik bir uygulama olduğu görüşü son derece yanıltıcıdır. Modern demokratik toplumlara özgü, iz bırakmayan “temiz işkence” yöntemlerini dikkate almak, saklı ve gözlerden uzak bir uygulama olarak işkencenin günümüz dünyasındaki etkilerine odaklanmak bu açıdan çok daha zihin açıcı olacaktır.

İşkencenin anlaşılmasında bu husus hayati bir önem taşımaktadır. Modern toplumda işkencenin hukuki bir cezalandırma yöntemi olmaktan çıkmış olması, onu devlet güvenliğiyle ilgili bir bilgi toplama yöntemine indirgeme yanılgısına yol açmıştır. Bu açıdan bakınca, işkenceye başvurmadan bilgi toplamak mümkün, hatta birçok açıdan daha etkin olduğu için işkencenin devletle olan bağı arıziymiş gibi görülebilmiştir. Oysa işkence deneyiminin temelli bir analizi bize egemenliğin yapısı ile işkence uygulaması arasındaki derin bağı gösterir. İşkence sürecinde, işkenceci kurbanı üzerinde hiçbir kuralla sınırlandırılmamış bir güç kullanır. Şiddete maruz kalan kişinin fiziki direnç kapasitesi efektif açıdan sıfırlanmıştır. Sorgu odasında, tabi kılınmış bedenler üzerinde mutlak kontrol ve etki yaratma kapasitesinin en saf halini uygulamada buluruz. Bu özellikler işkence ile egemenlik arasındaki yapısal ortaklığı ve sürekliliği gözler önüne sermektedir. Hatta egemen şiddetin en saf tezahürünü gördüğümüzü söylemek daha doğru olur.

Kanımca 12 Eylül söz konusu olduğunda dikkatimizi odaklamamız gereken yer burasıdır. Amaç bilgi toplamanın çok ötesindedir. İşkence, “devlet otoritesi ve varlığını” sağlamak amacıyla yaygın ve sistematik bir şekilde uygulanmıştır. Şiddet, insan doğasını dönüştürmenin, onları sadık vatandaşlar olarak yeniden yaratmanın aracı olarak uygulanmıştır. O halde, işkence 12 Eylül için özdür ve onun temel yönetme biçimidir. İşte 12 Eylül’ü sadece insanlığa karşı işlenmiş suçlarla bir arada ele aldığımızda gerçek anlamını kavrayabiliriz. Vesayet kültürü ve darbecilik üzerinden geliştirilen 12 Eylül eleştirileri ve tabii ki yargılama süreçleri bu açıdan son derece yüzeyseldir. 12 Eylül Anayasası, sanıldığı gibi Danışma Meclisi’ndeki müzakerelerle belirlenip halkoyuna sunulmadı. Esas anayasal meseleler cezaevlerinde ve sorgu merkezlerinde müzakere edilmiş ve temel ilke ilk olarak buralarda açığa çıkmıştır. Egemenliğin saf şiddeti, “yasak karinesini” işkence uygulamaları yoluyla mağdurların bedenine kazımıştı. O dönemden bu yana Türkiye’de devletle karşı karşıya kalan her insan yazılı olmayan bu temel anayasa kuralını gördü ve tanıdı: “Burada Allah yok, peygamber tatilde.”


Ahmet Murat Aytaç Kimdir?

Ailenin Serencamı: Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşumu (2007), Kitlelerin Ruhu: Siyasi ve Sosyal Tahayyüle Kalabalıklar (2012) adlı eserleri kaleme aldı. Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Kıyılarında (2014) adlı eserin editörlerinden biridir. Şubat 2017'de yayımlanan KHK ile ihraç edilinceye kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yardımcı Doçent ünvanıyla çalıştı. Temel ilgi alanları insan hakları felsefesi, siyasal düşünceler tarihi ve siyaset kuramı, radikal demokrasi gibi konulardan oluşmaktadır.