Yüzümüzde kan var, üstümüzde… ‘Kelebekler’
“Kelebekler” bir Türkiye alegorisi de içeriyor. Uzaya bile kaçsak sonunda hep bağrına ışınlanacağımız, Kenan gibi yüzümüze sıçramış kanla oturmayı kanıksadığımız, 'ölülerin' bir türlü gömülemediği, yüzleşmelerin bir türlü yapılamadığı bir ülke… Gülmekle ağlamanın arasından ok bile geçmiyor işte. Yüzümüzde kan var, üstümüzde kelebekler…
“Seni çok seviyorum,” diyorum, “geçecek, iyileşeceksin, eve gideceğiz, tatile gideceğiz beraber.”
İnsan çok yakın olduğu birini son kez görüyor olabileceğini düşündüğünde, kelimelerin kifayetsizliğine inanamıyor. Kendini bildin bileli kelimelerle haşır neşir biri de olsan, dil halısı altından kayıveriyor. Bildik, konserve cümlelerle kalakalıyorsun. Gerçekliğin sertliği ve kesinliği, dilin önüne bir sur çekiyor. Dünyanın en uzun seddi, Dil Seddi.
Beni duyup duymadığını bilmiyordum. Bundan sonra bir tatilimizin olmayacağınıysa, biliyordum. Babamın güzelim ela gözleri çoktan ilk adımlarını attığı yolculukla filtrelenmişti. Ölüm kendinden çok önce derin dalgınlığını yollamıştı. Hâlâ oradaydı ama artık bizimle değildi.
Buna vaktim oldu. İyi bir ilişkimiz de vardı. Yine de ona esas söylemek istediğim şeyleri söyleyemedim o son konuşmada. Gerçek hayatta insanın içini rahat ettirecek iyi bir final yok. Şartlar müsait olsa da yapamayabiliyorsun o büyük konuşmayı. Bunu bu yaz babamı kaybettiğimde anladım. Tolga Karaçelik’in “Kelebekler”i bu nedenle çok şahsi bir yerden de sarmaladı, sarstı beni.
Bu tür şahsi örtüşmeler bir filmle kurulan ilişkinin yoğunluğunu ister istemez arttırsa da “Kelebekler” sadece yasla, anne/babanın trajik kaybıyla ilgili bir film değil. Bunu da içerecek biçimde, söylenenlerle söylenemeyenlerin kefesinin bir türlü denk gelmediği, hayatın hep ‘eşeğe ters bindiren’ aksak terazisiyle ilgili.
Bu yıl Sundance Film Festivali’nde Dünya Sineması Büyük Jüri Özel Ödülü alan “Kelebekler”i seveceğimi tahmin ediyordum. Beklentilerimin ötesinde, çok sevdim. Filmin pek çok meziyeti arasında bana göre öncelikli olanları anlatmaya çalışacağım. Fragman ve tanıtım metinlerinde zaten yer verilmemiş pek bir bilgiyi açık etmeyeceğim, o açıdan gönül rahatlığıyla okuyabilirsiniz.
Yola çıkış noktası itibarıyla benzerini defalarca izlediğimiz bir parçalanmış/işlevsiz aile hikâyesi “Kelebekler”: Trajik aile geçmişinin kopardığı üç kardeş, Cemal, Kenan ve Suzan babalarının çağrısı üzerine uzun yıllar sonra bir araya gelir, Hasanlar köyüne doğru yola çıkarlar. Köye vardıklarında babalarının ölmüş olduğunu öğrenirler. Gelmesi beklenen kelebeklerle ilgili tuhaf da bir vasiyet bırakmıştır. Üç kardeşin babalarının vasiyeti peşindeki macerası, yalnızca birbirlerini değil kendilerini de tanımalarının, yüzleşilememiş geçmişin kapısını aralamanın hikâyesine dönüşür.
“Kelebekler” tam bir hassas dengeler filmi… Tereyağından kıl çeker gibi yapılmış, her şey mucizevi biçimde yan yana gelmiş gibi görünse de aslında en zorunu başaran, çok özgün ve özel bir film.
Filmin girişinde, art arda üç sahneyle tanıdığımız kardeşler, ayrıksı özelliklerle tanıdık öğeleri çok iyi bir dengeyle içinde barındıran, iyi kurulmuş karakterler. Büyük ağabey Cemal, yıllar önce taşındığı Almanya’da astronot olmak gibi yarı absürt bir hayalin peşine düşmüş, orta yaş krizi eşiğinde sevimli bir karakter. Kayboluşuna devasa bir kılıf uydurmuş bir kaybeden. “Rüzgarda Salınan Nilüfer”de başarıyla canlandırdığı çakma Alfa’dan sonra bu çok farklı karakterdeki inandırıcılığıyla Tolga Tekin çok iyi.
Ortanca kardeş Kenan, Kadıköy’de herhangi bir bara daldığınızda on tane benzeriyle karşılaşabileceğiniz, İstanbul’a özgü bir insan türü: Set insanı. Bir dizide yan rolde oynamış, dublaj ve ne olduğu tam anlaşılamayan setçil faaliyetlerle gemisini zar zor yürüten bir oyuncu. Kayda değer tek işi bir TV dizisi olduğu halde TV oyunculuğunu da, başrolü de küçümsüyor. Tüm sektörel klişelerin vücut bulmuş hâli. Filmin başında, şimdiye dek defalarca canlandırdığı ‘evin tuhaf oğlu’ karakterlerine bir yenisini eklemiş gibi görünse de hikâye açıldıkça derinleşen bu karakterde Bartu Küçükçağlayan da nefis iş çıkarmış.
Ve iki gözümün çiçeği Suzan. Çok küçükken kaybettiği annesini de, babasını da tanımamış, sisler içinde yolunu ve sesini arayan kayıp ama cool bir karakter. Film, bildik yola çıkış noktasını çok yenilikçi bir öykülemeyle sunmadaki başarısı ve mizahıyla gelmiş geçmiş en yaratıcı parçalanmış aile hikayelerinden, “Tenenbaum Ailesi” (The Royal Tenenbaums, Yön: Wes Anderson) anımsattı. Filmin Margot’sunun (Gywneth Paltrow) yerli versiyonu gibi Suzan da. Filmi izlerken aklımda beliren bu düşüncenin sosyal medyada Selin Gürel tarafından ifade edildiğini gördüğümü de ekleyeyim.
Güzel olan şu ki, aynı noktadan çıkıp apayrı dünyalar kurmayı başaran bu iki film birbirine hiç benzemediği gibi, Margot ile Suzan da soluk alan gerçek karakterler olarak bir noktada güzelce ayrışıyor. Suzan’ın, asla susmayan, sevimliliğine tezat taşkafalılığıyla dayanılmaz Alfa kocası Emre’yi Tolga Karaçelik’in canlandırması da güzel sürpriz. Kenan’ın kedi dublajı yaptığı bir sahnedeki küçücük rolüyle Emin Alper, filmin diğer sürprizlerinden. Ağır taş da sürpriz finalde geliyor tabii, Ercan Kesal.
Serkan Keskin bildik çizgisinden pek çıkmasa da muhtar rolünde her zamanki gibi iyi. Yan castta esas bayıldığımsa kafası karışık imam rolündeki Hakan Karsak oldu.
Patlayan tavuklar, Alamancı bir astronot ağbi ve teolojik sorgulamalar içindeki bir imamın varlığı bile bir filmi ilginç kılmaya yetebilirdi. Ama kağıt üstünde çok iyi görünen bu ilginçlikler filmin meselesiyle birleşmeyip sadece bir renk olarak kalsaydı, yerli komedimizde zaman zaman düşülen bir hataya düşülmüş olurdu: Sermayeyi ilginç malzemeye yükleyip bir hikâye anlatmayı unutmak, zekice esprilerin art arda patladığı bir skeçler serisi yaratmak.
Tolga Karaçelik çok az anlatıcının başarabildiğini başarmış: Kendi zekasından ve fikrinin ilginçliğinden büyülenmemiş. Bunun yerine dram/absürt komedi dengesini baştan sona koruyan ve dünyanın her yerinde, türle ciddi sıkıntısı olmayan her seyirciye hitap edebilecek kapsayıcılıkta bir film çıkarmış ortaya. Bu anlamda filmin Sundance ödülü, Batı’da gördüğü ilgi tesadüfi olmadığı gibi sözgelimi “Mustang”deki, filmin burada (yer yer de abartılı bir) eleştiri yağmuruna tutulmasına neden olan türden bir oryantalizmle de alakalı değil. Yerel malzemeyi tadında kullanan evrensel bir film “Kelebekler”.
Bizde absürt komedi çok seviliyor. Benim de hem sevdiğim hem de yatkın olduğum bu türe hiç itirazım yok fakat alttan bir şüphem de saklıdır: Dünya kurma, hikâye anlatma, mizahla meseleyi dengelemenin zorluğundan kaçmanın bir yolu olarak mı sığınılıyor zaman zaman da absürte? Öyle ya, her an her şeyin olabilmesinin, işi (görünürde) kolaylaştıran da bir yanı var.
“Kelebekler”in hayatla ve hikâyeyle bağını bir an bile koparmayan dozunda absürtlüğünü çok sevdim. Filmde patlayan tavuklar, ölmeye gelen kelebekler türünden her gerçeküstü detayın hiç de zorlama ya da karmaşık olmayan açıklamaları var. Absürtlükte el çok yüksekten açılmadığı için inandırıcılığı sorgulanan ya da büyük resimden pırtlayan bir durum da olmuyor.
Üç ana karakterden Suzan’a dönersek, tanıdıkça derinleşip filmin sıkı esprilerinden birine göndermeyle, ‘Petruşka’ gibi katmanlanan, iyi bir karakter. Yılın çok sevdiğim filmlerinden olan, Ümit Ünal’ın “Sofra Sırları”nın Neslihan’ıyla beraber, son zamanların en iyi yazılmış kadın karakterlerinden. Tuğçe Altuğ da karakteri öyle bir alıp götürüyor ki filmin başında bu role en az dört aday düşünürken finalde ondan başkasını düşünemiyorsunuz. Birkaç sahnede gördüğümüz küçücük rolüyle muhtarın karısı Hatice (Gülçin Kültür) bile öyle iyi tasarlanmış ve oynanmış ki… Kadın karakterlerinin kenar süsü değil gerçek bir karakter oluşunun yanı sıra erkek karakterleri ele alışı da ayrımcılıktan oldukça uzak, Tolga Karaçelik’in. Kendisinin canlandırdığı geveze Alfa Emre, kadına ve erkeğe bakışta durduğu sağlam mesafeyi gösteriyor zaten.
Tolga Karaçelik aile içi rol dağılımlarında bile stereotipleri aşan bir tersyüz ediciliği başarmış. Filmin başında ve sonunda ağabey ve küçük kardeşe bakışınız oldukça farklı mesela. “Kim daha kaçak?” sorusunun cevabı uzayda…
Sırf karakterler değil, bu filmin kendisi bir ‘Petruşka’ aslında. Dozunda absürtlüğü, nefis dram/komedi dengesiyle bize çok özgün bir parçalanmış aile hikâyesi anlatmakla kalmıyor. Emin Alper’in filmi “Tepenin Ardı”ndaki kadar belirgin olmasa da, “Kelebekler” bir Türkiye alegorisi de içeriyor. Uzaya bile kaçsak sonunda hep bağrına ışınlanacağımız, Kenan gibi yüzümüze sıçramış kanla oturmayı kanıksadığımız, 'ölülerin' bir türlü gömülemediği, yüzleşmelerin bir türlü yapılamadığı bir ülke… Gülmekle ağlamanın arasından ok bile geçmiyor işte. Yüzümüzde kan var, üstümüzde kelebekler…
Heyecanlandıran, umut veren, ruh ışıldatan, iki saatlik sürede Kadıköy/Beyoğlu barlarından uzaya, yarı ‘büyülü gerçekçi’ bir köy ortamına, Nazan Öncelli nefis dans sahnesiyle doksanlara ışınlayan ama havalara attığı yerden tutmayı da hep bilen bir film “Kelebekler”. 30 Mart’ta vizyonda, fırsatınız varsa en az bir kez izleyin derim!
Zehra Çelenk Kimdir?
Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.
Dünyayı değiştirirken kendi yaralarını da sarmak mümkün mü 16 Ekim 2024
Doğumdan ölüme eril tahakküm ve artan şiddet 06 Ekim 2024
Kadınların mutluluğu ve mutsuzluğu 24 Eylül 2024
Melek değil katledilmiş bir kız çocuğu: Narin’e ne oldu? 10 Eylül 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI