Bu ülke kimin?
'Bu ülke’, efendilerin saltanatı, mülkü için varlıklarını inkâra zorlanan, dünya tesis etme kapasiteleri akim kılınan ‘vatana’ esir edilmiş kölelerin değil, efendilerindir, ama er geç herkesin (bütün dillerin, dinlerin, ırkların, cinslerin…) olacaktır. Çünkü insanın asıl vatanı dünyadır.
Solcu-sağcı, gayrimüslim-Müslim, Alevi-Sünni, Arnavut-Gürcü-Boşnak-Rum-Ermeni-Laz-Çerkez-Arap-Kürt-Türk, siyah-beyaz, liberal-muhafazakâr, anarşist-komünist-sosyalist-ülkücü-İslamcı, muhafazakâr-liberal, homoseksüel-biseksüel-heteroseksüel, genç-yaşlı, kadın-erkek, zengin-yoksul, işçi-patron… Bir süredir içinden geçiyor olduğumuz yoğun istibdat atmosferinde ‘bu ülkeyi’ terk etme arzusu herkes için şiddetlenmiş durumda. Siyasal-toplumsal rejimin dayandığı değerlere can veren ‘dinamik’ toplumsal sözleşmenin yok saydığı, ötekileştirdiği kesimlerde, buraya ait olmaya yönelik her türlü çabaya rağmen, ‘bu ülkeyi’ terk etme arzusunun yapısal olduğu kabul edilebilir. Ne var ki bu arzunun, söz konusu kurucu sözleşmenin, şu ya da bu nedenle olumladığı kesimler için de yapısal olduğu, bu bozuk, kaygan, tekinsiz temel üzerinde hiç kimsenin kendini güvende hissetmediği, bu topraklarda hiç kimsenin huzur içinde ölmediği, hem de bunun en başından beri böyle olduğu, manzaraya dikkatlice bakıldığında anlaşılabiliyor. Meramı en iyi bir düşünce deneyi anlatır yine: İstanbul’da İstiklal Caddesi’nde durmaksızın akan insan nehrinden aynı yüz kişiye, caddenin başında ve sonunda, önce ülkelerini sevip sevmedikleri ya da kendilerini bu ülkeye ait hissedip hissetmedikleri, sonra caddeden ayrılmadan evvel Kanada hükümetinin Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı yüz kişiye vatandaşlık hakkı tanıyacağı söylenip bunun için yapılacak çekilişe katılmayı, ömürlerinin bundan sonrasını Kanada’da geçirmeyi isteyip istemedikleri sorulsa, bu yüz kişinin tamamına yakınının ilk soruyu olumlu yanıtlayacağı, en az dörtte üçünün ikinci soruyu da olumlu yanıtlayacağı tahmin edilebilir. Üstelik bu sonuç kimse tarafından yadırganmaz [Durumun kimse tarafından yadırganmaması, düşünce deneyinin mesnetsiz olmadığını garanti eder.]. Diğer yandan siyasal-toplumsal düzene temel teşkil eden ‘dinamik’ kurucu sözleşmenin nüfusun yüzde doksanından fazlası tarafından onaylandığını, kimsenin dilinden düşürmediği "Söz konusu vatansa gerisi teferruattır" sözünün arkasına aynı zevatın kaşla göz arasında hizalanacak olmasından anlayabiliyoruz –demek ki aynı tıynetteler. Nitekim geriye kalan her şeyi sıfırlayan vatanın ne olduğu konusunda hemfikir olmalılar ve ruhu esasen kurucu sözleşmede tarif edilmiş olan vatan dedikleri şey öyle hikmetli, öyle kapsayıcı bir şey olmalı ki geriye kalanların tamamının teferruat olduğu, büyük bir vicdan rahatlığıyla kabul edilebiliyor. Demek geriye kalan her şeyi teferruat kılıp, önemsizleştiren, hiçleştiren, herkesin canından çok sevdiği ‘bu ülke’ huzur içinde ölünebilecek başka bir ‘ülke’ uğruna terk edilmek isteniyor. ‘Bu ülkeye’ karşı ikiyüzlü olduğumuza şüphe yok, fakat koskoca bir toplumu (dünyayı) ikiyüzlülükle itham etmek yerine bunun sorunun kaynağı değil, tezahürü, sonucu olduğunu kabul etmek, mecbur bırakıldığımız ikiyüzlülük ve maruz bırakıldığımız yalanla esaslı bir mücadele için ihtiyaç duyulan soruların sorulmasını mümkün kılar.
Dünyada iki yüze yakın devlet, ülke, dolayısıyla vatan olduğu göz önünde bulundurulursa, bu iki yüz ülkenin kurucu sözleşmeleri dünyadaki her insanı en az iki yüz defa teferruat (hiç) kabul etmiştir; en azından zıtlaşma, boğazlaşma anlarında bunun fiilen de böyle olduğu açığa çıkıyor. Bu bağlamda, sanıyorum televizyondan canlı olarak izlediğimiz ilk savaş olan I. Körfez Savaşı’nda, Irak’ın kahir ekseriyetle birlikte benim de adını ilk kez duyduğum Vatansever (Patriot) füzeleriyle bombalanması ne kadar manidar. Daha önce ülkenin her şeyi teferruat kılan çıkarları (‘ulusal çıkar/milli menfaat’) nasıl Hiroşima’nın, Nagazaki’nin, Kore’nin, Vietnam’ın yakılıp yıkılmasını gerektirmişse, Irak’ın, Afganistan’ın, Libya’nın, Suriye’nin yakılıp yıkılmasını da öylece gerektirmiştir; herkesin gözleri önünde olup biten ve kimsenin asla kendi başına gelmesini istemeyeceği onca felaket de savaş karşıtlığı mesleği tarafından kınandığıyla kalmıştır, zira özünde hepimiz vatanseveriz. Dolayısıyla aynı hiçleştirici vatan, ülke ülküsünün dünya uluslarına, daha az barınma, daha az sağlık, daha az eğitim, daha az beslenme pahasına (ne mutlu ki) hiç kullanmayacakları silah ve teçhizatın satılmasını gerektirmesinde şaşılacak ne olabilir! O halde, manzarayı daha ayrıntılı görmemizi mümkün kılacak temel soru, bütün insanlığın ister istemez ilişkilenmek zorunda olduğu ‘vatanın’, ‘ülkenin’ anlamıyla ilgili olmalı. En basit haliyle: Vatan ne anlama geliyor?
Sonradan ‘vatan şairi’ ilan edilen Nâzım Hikmet, kendisi için "Nâzım Hikmet, vatan hainidir. Vatan hainliğine devam ediyor." başlığı atan bir gazeteye cevaben kaleme aldığı meşhur ‘Vatan Haini’ şiirinde, sorgusuz sualsiz dünyayı bir yana kendisini bir yana koyduğumuz vatanın mutlak olmadığını, ancak sanat eserinin sahip olabileceği sezgisel bir kesinlikle gösterirken, kendisine ihanetle suçlandığı vatanın aslında mülk olduğuna dikkat çeker: “(…) Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt/hainiyim, ben vatan hainiyim./Vatan çiftliklerinizse,/kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,/ vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,/vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,/fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,/vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,/vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa,/ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,/vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa,/vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan, ben vatan hainiyim. (…)” Söz konusu mutlaklık iddiasının taşıyıcılar, icracılar, yani vatanseverler dolayısıyla da ötekiler, yani vatan hainleri gerektirdiği yine Nâzım Hikmet’in ‘Düşman’ şiirinde parıldar: “Onlar ümidin düşmanıdır, sevgilim,/akar suyun/meyve çağında ağacın,/serpilip gelişen hayatın düşmanı. (…) Bursa’da havlucu Receb’e,/Karabük fabrikasında tesviyeci Hasan’a düşman,/fakir köylü Hatçe kadına,/ırgat Süleyman’a düşman,/sana düşman, bana düşman,/düşünen insana düşman,/vatan ki bu insanların evidir,/sevgilim, onlar vatana düşman…”. Evet, şairin dediği gibi, her an haini ilan edilebileceği vatan, insana her şeyden evvel barınacağı, geçineceği yurttur. Hep de öyle olmuştur, doydukları yer, yurtları olmuştur insanların. Fakat vatan için ayırt edici olan, onun insanın karnının doyduğu, barındığı yurt olması değildir; bütün canlılar bir mekânı, bir gerçekleşme, oluş yerini yurt tutarlar çünkü.
Vatan mefhumunun siyasal-toplumsal bağları tesis eden kurucu sözleşmelerin dayanağı olmasını sağlayan, insanın kategorik ait olma ihtiyacıdır. İnsan bir yere, bir topluluğa, bir düşünceye, bir duyguya, bir ideolojiye, bir cinsiyete, bir ırka, bir dine, bir millete, bir yaşam tarzına, türlü türlü çıkarlara, bu çıkarların görünür hale geldiği türlü çıkar/iktidar şebekelerine ait olmaya ihtiyaç duyar. Çünkü insan dünyaya getirilir (‘fırlatılır’) ve bir biçimde dünyaya bir yönden rapt olmazsa, yani dünyaya tutunamaz, dünyanın şu ya da bu yönüyle bir aidiyet bağı kuramazsa ‘yok olur’. Ancak rapt olarak, tutunarak, aidiyet bağı kurarak, dolayısıyla kimliklenerek ilişkilendiğimiz, içinde var olduğumuz dünya bizler için hiçbir şekilde tümüyle verili, olduğu gibi olan bir şey değildir. Ona müdahale eder, onu kurar, biçimlendiririz. Daha doğrusu, insan, dünyasını tesis etme kudreti ölçüsünde insan, dünyasını tesis etmedeki aczi ölçüsünde şeydir, nesnedir. Yani biçimlendiremediği, nesne muamelesi gördüğü, dolayısıyla verili kabul ettiği bir dünyanın parçası olamaz insan, oraya ait değildir, hiçleşir, kimliksizleşir.
İnsanın insana kulluğu, yani iktidar-tahakküm, toplumsal yeniden üretimin esası haline geldikten sonra, insanın barınmak, beslenmek kadar varoluşsal bir ihtiyacı olan dünyaya rapt olma, tutunma, aslında onu tesis etme (çünkü ancak dünyaya tutunarak onu tesis edebiliriz) ihtiyacı, dünya, yani iktidar tesis edici kapsayıcı kimlikler oluşturulmak üzere istismar edilmiştir. Bu kimlikler toplumun tamamına giydirilir, dünya, istisnai dış etkenler mecbur bırakmadıkça, vatana, mülke (dünyaya) sahip olanlar dışında kalan kitleler için verili, olduğu gibi kabul etmek zorunda oldukları, bu nedenle ilk fırsatta terk edilecek, gerçekte parçası olmadıkları, suni bir aidiyet bağıyla ilişkilendikleri, tekin olmayan, yine de çaresizce sevdikleri bir yer olur. Hele ki kapitalist iktidar-tahakküm mekanizmasının insanın varoluşsal ait olma ihtiyacını en yapıntı, en yıkıcı biçimde istismar etmesi, insanın yerleşme, yurt tutma, huzur bulma ihtiyacını, ekseriyetle ait olma biçimlerini, yollarını teke indiren (ulus/millet, aslında devlet), ait olma arzusunu sürekli dışlayarak vatanı hem vatanseverler hem de vatan hainleri için tekin olmayan bir yer kılar. Üstelik, herkes için bir çelişkiler yumağı yaratır: Bir ülke işçileri, başka ülkelerin emekçilerini öldürmek için vatan savunmasına koşarlar, dünyayı bilmem kaç kez yok edecek kitle imha silahı yapmak vatanseverler için övgü kaynağı olur, karşılarında konumlanılan vatanların başarısızlıklarına içten içe sevinilir, başarılar ise üzüntü kaynağıdır, örneğin Türk ya da İtalyan, Alman’ın güzel futboluna sevinemez, bununla birlikte Türk’ün Amerikan üniversitelerinde yaptığı dikkate değer çalışmalar övünç kaynağıdır… Bütün bunlara neden ihtiyaç duyulduğu hiç sorulmaz; soru yanıtlanamaz olduğundan değil, yanıt can sıkıcıdır, aslında utanç vericidir.
Siyasal-toplumsal yeniden üretim rejimlerini işler kılan kurucu toplum sözleşmelerinin dayandığı asli aidiyet bağları (çoğunlukla ulus/millet ve din, ki aileden devralınırlar), insanı varoluşun cümbüşüne yabancılaştırırlar, ister istemez totaliterdirler. Örneğin makbul Rus olunacaksa homoseksüellik inkâr edilecektir, Katolik olunamaz, Müslüman olunamaz, Rus dilinin belirli açılardan yetersizliklerini dile getiremezsiniz, örneğin Almanca’ya felsefe dili diyemezsiniz, Çeçenler’den hazzetmemeniz gerekir, Amerikalılardan ya da Çinlilerden daha becerikli (nihai olarak daha iyi öldüren) savaş uçağı yapabildiğiniz için övünmeniz gerekir, diğer yandan makbul olanın dışında kalan her şey görmezden gelinir, farz-ı muhal Ruslara ayyaş denemez. Yani özünde bir yere ait olmakla, bir yeri yurt (memleket) tutmakla, oraya tanış olmakla ilgili olan vatan/ülke, bütün çeşitliliği ve güzelliğiyle insani varoluşun inkârının bir aracına dönüştürülmüştür. Sonuç olarak ‘bu ülke’, efendilerin saltanatı, mülkü için varlıklarını inkâra zorlanan, dünya tesis etme kapasiteleri akim kılınan ‘vatana’ esir edilmiş kölelerin değil, efendilerindir, ama er geç herkesin (bütün dillerin, dinlerin, ırkların, cinslerin…) olacaktır. Çünkü insanın asıl vatanı dünyadır.