YAZARLAR

'Ankara kriterleri'nin ilki suskun başkent

Valilik tarafından icat edilen izin, dilekçe, form her neyse onu doldurmaktan yana değilim. Kararnamelerle getirilen yasaklar içimizdeki çocuğu öldürmek istiyor, bize düşen de kendi kendimize gülerek dahi olsa o çocuğu diri tutmak.

Pazartesi günü Varna Zirvesi için ahkam kesenlerle, bir öncesi gün Ankara’da köşe kapmaca oynandı. Kadın eşitlik mücadelesi başlığıyla ilan edilen Hak ve Adalet Platformu paneli için ilan edilen mekan, gün içinde üç defa polis kontrolünden geçirildi. Panele engel olabildi mi? Elbette hayır. Panel ufak bir mekan değişikliğiyle gerçekleştirildi. Evet sayı beklenenin altında kaldı. Evet toplanılan mekan, sorun yaşamasın düşüncesiyle fotoğraf ve video kayıt paylaşımı, sosyal medya duyuruları gerçekleştirilmedi. Ancak panel ve hatta devamında planlanandan daha uzun ve keyifli sohbetle verimli bir söyleşi gerçekleştirildi. Kamuoyuna duyurmak, tartışmaları aktarmak mümkün olmasa da yasağa direnmenin biçimiydi izin almayı reddederek yapılan panel. Sıkıyönetim gibi OHAL günleri hep 12 Eylül darbesini çağrıştırıyor.

12 Eylül darbe sürecinde insanların yasaklara yatkınlığı, kendi kendilerine darbecilerin bile aklına gelmeyen yasaklar icat etmelerine yol açardı. Mesela darbeden sonraki ilk iş günü Maliye Bakanlığı yemekhanesinde tabldot tepsilerimizi alıp yemek sırasına girmişiz. Uzun kuyruk ilerlerken şeytan boş durur mu, “garanti yemekte tel kadayıf vardır” deyiverdim arkadaşlara. Kendi kendime fıkırdıyorum ama kimseden çıt yok. (İzahata girişerek lafı uzatmayayım gençler kadayıf meselesini “gogıllayarak” hemen öğrenir nasıl olsa) Derken kuyruk ilerledi, yemekler tepsilere konmaya başladı ve gerçekten tel kadayıfla müşerref olduk. Durmuyor şeytan gene dürtüyor. Herkesin olağanüstü suskun ciddiyetinin farkındayım ama kendimi durdurmam gerektiğine dair bir fikir doğmuyor içime. İster misiniz, diyorum kadayıfın altı yanmış olsun? Sesimi alçaltmadan normal konuşarak ama çok keyiflenmiş halde kıkır kıkır gülerek söylüyorum ama duvara konuştuğumun farkındayım. Bu defa etrafımın boşaldığını da görebiliyorum. Beraber gittiğim arkadaşlarımdan kimisi bir iki adım öne ilerlemiş arkamdakilerse bir iki adım geride kalmış haldeler. Ama gençlik bu ya susamıyorum da. Tatlı tepsime konur konmaz hemen çatalı elime alıyor ve altına baktıktan sonra kahkahayı patlatıyorum “altı daha kızarmadı derken yakıp kavurmuş” diyerek, kömür gibi simsiyah çünkü. Fakat sadece ben gülüyorum. Koca yemekhanede çatal, kaşıkların çelik tepsilerde çıkardığı o metalik gürültü bile kesiliyor. Etrafımda hiç kimse yok. Yavaş yediğim için en az yarım saat boyunca masada yalnız kalıyorum. İnsanlar, tepsileri ellerinde yer boşalmasını bekledikleri halde bir teki bile gelip benim masama oturmuyor. Nasıl bir haberleşme yöntemiyse artık beni çok eğlendiren o esprileri duymayanlar bile bir şekilde “sakıncalı” bularak yanıma oturmuyor.

Bu kadarla da kalmıyor tabii ki bir saat sonra daire başkanı, siyasi espriler üzerine kısmen babacan söyleviyle sözlü olarak kulağımı çekmek ihtiyacı duyuyor. Devlet dairesi, siyaset girmez falan filan… Oysa darbeden bir gün önce bile benim masamda Hergün, karşımdaki masada Aydınlık, bir diğerinde Cumhuriyet gazeteleri dururdu. Böyle ilginç bir servistik. Gerçi her sabah gelen gazetecimiz birkaç ay önce eli yüzü dağılmış halde “Hergün yok abla” dediği için ben son aylarda otobüsten bir durak önce inerek büfeden gazetemi kendim alıp geliyordum ama masamda okuyabiliyor ve illa ki gün boyu masamın üzerinde tutabiliyordum. O zaman da sıkıyönetim vardı malum darbe öncesinin sıkıyönetimi. Fakat daire başkanı, hayatımızın tüm bu gerçeklikleri hiç yaşanmamış gibi ciddiyetle apolitik kamu kurumu dersi verebiliyordu, darbeden sonraki ilk iş gününde. O zaman yeni memur ve üniversite öğrencisi olmama rağmen çocuk yaştaydım ve kendi kendime çok eğlenmiştim. Hala da hatırladıkça gülerim.

İşin tuhafı Ankara Valiliğinin kararnamesine rağmen, şu hiç kabul edilemeyecek tabirle “izinsiz” toplantımız da aynı ölçüde eğlendirdi. İzne tabi olmayı reddederek değil yirmi otuz kişi, üç beş kişiyle, o da olmazsa masanın üzerine bir ayna koyarak kendi kendime konuşmayı tercih ederim. Valilik tarafından icat edilen izin, dilekçe, form her neyse onu doldurmaktan yana değilim. Kararnamelerle getirilen yasaklar içimizdeki çocuğu öldürmek istiyor, bize düşen de kendi kendimize gülerek dahi olsa o çocuğu diri tutmak.


Berrin Sönmez Kimdir?

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi mezunu. Aynı üniversitede araştırma görevlisi olarak akademiye geçti. Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’na giriş süreci üzerine yüksek lisans tezi yazdı. Halkevi ve kültürel dönüşüm konulu doktora tezini yarıda bırakarak akademiden ayrılıp öğretmenlik yaptı. Daha sonra tekrar akademiye dönerek okutman ve öğretim görevlisi unvanlarıyla lisans ve ön lisans programlarında inkılap tarihi ve kültür tarihi dersleri verdi. 28 Şubat sürecindeki akademik tasfiye ile üniversiteden uzaklaştırıldı. Dönemin keyfi idaresi ve idareye tam bağımlı yargısı, akademik kadroları “rektörün takdir yetkisine” bırakarak tasfiyeleri gerçekleştirdiği ve hak arama yolları yargı kararıyla tıkandığı için açıktan emekli oldu. Sırasıyla Maliye Bakanlığı, Ankara Üniversitesi, Milli Eğitim Bakanlığı ve Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde ortalama dört-beş yıl demir atarak çalışma hayatını tamamladı. Kadın, çocuk, insan hakları, demokrasi ve barış savunucusu, feminist-aktivist Berrin Sönmez’in çeşitli dergilerde makale ve denemeleri yayınlanmıştır.