YAZARLAR

Yirmi sene, dört beraat bir hayat

OHAL koşullarının hüküm sürdüğü şu günlerde Pınar Selek davası, yakın tarihimizin izdüşümü gibi. Elden ele dolaşmış kötücül bir emanet, bitmeyen bir hınç, itiraf edilmesine cesaret edilememiş bir sistematik kıyım girişimi.

İnsan kimseyi en yakınlarının dosya konusuna dönüşmesiyle terbiye etmesin. Ben çok yaşadım, hâlâ yaşıyorum. Canımın özü Pınarım, gıyabında süregiden ‘Pınar Selek davası’ ya da ‘Mısır Çarşısı davası’ kod adlı komplonun yeni bir perdesinde. Perdesindeyiz. Öyledir çünkü, canın yandığında sanadır biraz da yapılan.

Süregiden dediysem, süründürülen diye anlayın. Rakamlar bazen kelimelere bedeldir. Sosyolog-yazar arkadaşımız Pınar Selek’i 1998’den beri kuşatan bu komplo, 20 senenin ardından, evet yazıyla yirmi senenin ardından yeniden Yargıtay sürecinde. 20 seneye yine rakamla 4, yazıyla dört beraat sığdı. Göze göze sokulan bu hukuk cinayetinde dayanışma çemberi zamanla yurtiçinden dünyaya yayıldı. Hal böyle olunca da, gelen heyetlere, destek sunan dostlara arkadaşımızın dört kez beraat etmesine rağmen davanın hâlâ neden devam ettiğini, yani nasıl devam edebildiğini yabancı dillere çevirmekte zorlandık. Önceleri hukuki terimleri yanlış kullandığımızı sanıyorlardı. Oysa aksayan dil bilgimiz değil, hukuk ve adaletin ta kendisiydi.

Son olarak Pınar Selek hakkında 2014 yılında verilen 4'üncü beraat kararının mahkeme savcısının temyiz etmesi üzerine dosya Yargıtay’a gönderilmişti. Bir süre ceza dairelerinin birbirine paslayıp durduğu dosya, en son Yargıtay 9. Ceza Dairesi’ne geldi. Daire, çok kısa bir sürede hiçbir gerekçe sunmadan yalnızca beraatin bozulmasına yönelik 2009’daki kararında bir değişiklik olmadığını belirtip dosyayı Başsavcılığın mahkumiyet talep eden tebliğnamesiyle birlikte Yargıtay Ceza Genel Kurulu’na gönderdi.

TEHLİKELİ DÖNEMEÇ

Bahsi geçen son Yargıtay tebliğnamesi, görev suçu tanımına girecek şekilde manipüle edici, sahte belge ve iftiralara, kerelerce çürütülmüş iddialara dayalı ve hükümsüzlüğü yerel mahkemenin verdiği son beraat kararıyla çoktan teslim edilmiş skandal mahkumiyet kararına dayanıyor. Dile kolay, o zorlu 90’lı yılların tekinsiz iç savaş döneminde neden bir türlü barışılamadığı sorusuyla çıktığı yolda gözaltına alınan, Kürt hareketine ilişkin bilimsel araştırması yok edilip ağır işkencelerle maruz bırakılan Pınar Selek’in yaşamadığı hukuksuzluk kalmadı. İşkence altında alınan ve mahkemede reddedilen ifadeler, sahte evraklar ve her türlü hukuk dışı müdahale ile taçlanan bu hukuk cinayetinde son perde, bir mahkemenin kendi nihai beraat hükmünü bozuşunu bile gördü bu gözler.

Sözün özü, yeni hiçbir gerekçe yokken, yalanı, iftirası ortaya çıkarılmış, adeta ifşa edilmiş iddialar ısıtılıp ısıtılıp servis ediliyor. Dahası inceleme oturumda herhangi bir söz hakkı yok ve Genel Kurul bozma kararı verirse, bu yirminci yılına giren adalet mücadelesinin ağır mahkûmiyetle sonuçlanması ve çok ağır maddi tazminat cezaları verilmesi tehlikesi var.

Aradan geçen yirmi senede ben onu tanıdığımda başarılı bir işletmeci olan biricik kız kardeşi Seyda sınava girdi, üniversiteye gitti, avukat oldu, babasıyla birlikte davayı üstlendi. Komplonun ilk yılında doğan çocuklar artık yepyeni bir kuşak. Seyda ve Alp Selek ise hâlâ çuvallar dolusu dosyanın arasında.

Madem kötülükte ısrarcılar, yinelemenin, hiç unutturmamanın zamanıdır. Pınar savunma değil manifesto olan metninde şöyle haykırmıştı mahkemede: “Oyunun kuralıymış, öğrendim. Eğer şifreyi yüksek sesle söylemeye çalışırsan, suçlu ilan edilirsin. Üstelik suçun şifreyi yüksek sesle söylemeye çalışmak olmaz. Tam da senin karşı durduğun, mücadele ettiğin bir tutum sana mal edilir. Örneğin bir rahibeysen, fahişelik yapmakla suçlanırsın. Hayatını İslami değerlerin canlı tutulmasına adamış bir insansan, boynuna, içki ya da uyuşturucu tüccarı yaftası asılır. Ya da bir antimilitarist olarak bombacılıkla suçlanırsın. Ve bu öyle kriminal bir tarzda yapılır ki, sen savunmaya itilirsin. Yani bir odağın üzerine yürürken, kendinle uğraşmaya başlarsın. Suçlamalar sürekli tekrarlanır, tekrarlanır... Bunlar iddia biçiminde de verilse, çamur izini bırakır ve herkes sana baktığında bu suçlamaları hatırlar. Artık sen asla eski kimliğini sürdüremezsin. Bir düşünce suçlusu değilsindir. Barış suçlusu da ilan edilmezsin. Savaş örgütü, seni terörize eder ve yeni bir kimlikle milyonların karşısına çıkarır.”

OHAL koşullarının hüküm sürdüğü şu günlerde Pınar Selek davası, yakın tarihimizin izdüşümü gibi. Elden ele dolaşmış kötücül bir emanet, bitmeyen bir hınç, itiraf edilmesine cesaret edilememiş bir sistematik kıyım girişimi.

HAYAT PINARI

Feminist, antimilitarist bir kadından, bir barış aktivistinden katliam sanığı yaratmaya çalışılan bu dava, nice kirli oyunla, keyfiyetle dolu, hukukun ayaklar altına alındığı bir dönemde bütün siyasi davaların da ortak simgesi. Yıllardır tanığız dedik. Tanıklık ettiğimiz Pınar Selek’in masumiyeti değildi. Böyle bir cümle zul sayılır. Biz onun bilim kadınlığına, akademiyi hayatın sınavına tabi tutuşuna, emeğine ve dirençli kahkahasına tanığız. Adı gibi hayat pınarı oluşuna. Kitaplara akıttığı bu emekte düzenin sesini kısmaya çalıştığı kesimleri, resmî denerek çarpıtılan tarihi, ıskalanan barışı, ataerkiye temel olarak inşa edilmeye çalışılan erkekliği sergileyişine. Hiç durmadı o. Hayatının çalınmasına müsaade etmedi. Romanlar ve masal kitapları bile yazdı. Çünkü başka türlü bir hayat mümkündü. Şöyle anlattı duruşunu: “Biz, gerçekten masallara inanan çocuklardık. Çünkü güzel şeylerin olabileceğine inanan bir ortamda yetiştik... Benim zor bir hayatım oldu ama hiç mucizesiz kalmadım. Hiç sevgisiz kalmadım. Hiç heyecansız kalmadım. Hiç masalsız kalmadım… Çocukken çok söylerdim... 'Bir masal gibi yaşayacağım' derdim. İnandığım, etkilendiğim hikâyeler gibi bir hayat istedim, çok mu?”

Az bile. And olsun, masal niyetine yaşanacak bu hayat. Çünkü hayatımıza kastettiler. Bundan sebep, hesap sorması gereken bizleriz. Pınar Selek’in şahsında vazgeçilmezlerimiz için. Soğuk, uzak kavramlar olmasına razı gelemeyeceğimiz adalet, özgürlük ve eşitlik için. İnsanın onuruna dokunmayan bir hayat için. Gözbebeğimizin içine kadar gülmek ve şarkı söylemek için.

Ha bir de Pınar’la vapura binebilmek için. Çünkü birbirimize sözümüz var. O dönecek ve saçlarımız vapurun güvertesinde uçuşacak. Çay içeceğiz birlikte. Hayat, tam da olması gerektiği gibi olacak. Düşmana inat.


Karin Karakaşlı Kimdir?

1972’de İstanbul’da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Mütercim Tercümanlık Bölümü’nün ardından Yeditepe Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü’nde Yüksek Lisans eğitimini tamamladı. 1998’de öykü dalında Varlık dergisinin Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülü’nü kazandı. Karakaşlı’nın eserleri şunlardır: Başka Dillerin Şarkısı (Öykü, Varlık Yay., 1999; Doğan Kitap, 2011) , Can Kırıkları (Öykü, Doğan Kitap, 2002), Müsait Bir Yerde İnebilir Miyim? (Roman, Doğan Kitap, 2005), Ay Denizle Buluşunca (Gençlik Romanı, Günışığı Kitaplığı, 2008), Cumba (Deneme, Doğan Kitap, 2009), Türkiye’de Ermeniler: Cemaat, Birey, Yurttaş (İnceleme, Günay Göksu Özdoğan, Füsun Üstel ve Ferhat Kentel ile, Bilgi Üniversitesi Yay., 2009), Benim Gönlüm Gümüş (Şiir, Aras Yayıncılık, 2009), Gece Güneşi (Çocuk Kitabı, Günışığı Kitaplığı, 2011), Her Kimsen Sana (Şiir, Aras Yayıncılık, 2012), Dört Kozalak (Gençlik Romanı, Günışığı Kitaplığı, 2014), Yetersiz Bakiye (Öykü, Can Yayınları, 2015), İrtifa Kaybı (Şiir, Aras Yayıncılık, 2016), Asiye Kabahat’ten Şarkılar Dinlediniz (Anlatı, Can Yayınları, 2016). Karakaşlı halen Kültür Servisi, Gazete Duvar siteleri ve Agos gazetesinde yazmaktadır.