Benim kadınım ve başkalarınınkiler
Karısının sadakatsizliğinin bedeli yüklü bir köftehor vergisi olan erkeklik mirası çoğunlukla, sahip olduğunu düşündüğü kadını "yengeniz olur" diyerek başka gözlerden sakınırken, geleneksel kadın kimliğine sığdıramadıklarını "müsait kadın" kategorisine yerleştirmek için meşru bir zemin de yaratıyor.
İnternet haber portallarında veya sosyal medyada ne zaman bir tecavüz/taciz haberi paylaşılsa, yorum sayfasına hezeyana kapılmış bir grup erkek üşüşüyor. Mütecaviz hemcinslerine karşı duydukları öfkeyi, onların akrabalık/gönül ilişkisi içinde oldukları kadınları veya bizzat onları aynı eylemle cezalandırma niyetleri eşliğinde beyan ediyorlar. Kısasa kısas, cinsel saldırganlık söz konusu olduğunda o kadar kanıksanmış bir cezalandırma yöntemi ki, mütecavizin hapishanede başına gelecekler adeta keyifle ve iç soğumasıyla dillendiriliyor bu yorumlarda. E ne anlıyoruz buradan? Demek ki, bu yorumları yapanları dehşete düşüren, öfkelendiren tecavüz eylemi değil. Öyle olsaydı cezayı aynı yolla, hatta bizzat vermeye kalkmazlardı değil mi?
Tecavüz maalesef bir cezalandırma ve işkence tekniği aynı zamanda. Fetih arzusuyla bir arada düşünülebilecek bir eylem. Tarih boyunca fetih seferlerinde ganimet olarak devşirilen kadınları, savaş zamanlarında yaşanan sistematik ve toplu tecavüzleri hesaba katınca ortaya çıkan tablo bu. Başka erkeğin sahip olduğu varsayılan kadını ele geçirmek, ona tasallutta bulunmak, tecavüz etmek aynı zamanda ve hatta daha ziyade o erkeği cezalandırmak anlamına geliyor eril tahakküm anlayışına göre. O başka erkeği bir ulus devletin, bir halkın, bir milletin temsilcisi olarak düşündüğümüzde ise bir devletin/halkın bir diğeri üzerinde hükümranlık kurma, onu bozguna uğratma, zayıf düşürme vehmi de diyebiliriz bu eyleme. Ve aynı zamanda başkasının kadını döllenerek, o ırkın saflığı da bozulmuş oluyor bu hesapça. Balkan coğrafyasında yakın tarihte gerçekleşen sistematik tecavüzleri ve bu tecavüzlerden doğan bebekleri hatırlayın. Bu bebeklerin büyük bir kısmı, savaşın zulmünü ve yabancı erkeğin/ulusun zaferini hatırlattığı için doğar doğmaz kaderlerine terk edilmiş durumdalar. Anneler ise yıllardır cezalandırmak için failleri arıyorlar. Tabii utançtan ve sosyal dışlanmadan dolayı intihar etmedilerse... Çünkü, tecavüze uğrayan kadın birçok kültürde "lekeli" sayılıyor, bu lekenin aileye, özellikle de ondan sorumlu sayılan erkeğe/erkeklere de bulaştığı düşünülüyor ve yaşarken ölüme mahkum ediliyor. Sağaltılması için çok da fazla çaba gösterilmiyor. Hatta sistematik taciz veya tecavüze de maruz kalabiliyor.
Ne zaman bu konu hakkında düşünsem, doksanlarda çalıştığım üniversitede yaşadığım bir olay aklıma gelir. Ülkücüler her dönem bir reis seçerlerdi ve fakültedeki ülkücü camia reisin sözünden çıkmazdı. "Dosta güven, düşmana korku veren" bir figürdü reis. Bahsettiğim dönemin reisi, mezun olacağı zaman yanında genç bir kadın öğrenciyle odama gelmişti. Hoşbeşten sonra, ikisinin aylar önce nişanlandıklarını öğrendim. Çok şaşırdım çünkü nişanlı olduklarına dair en ufak bir emare yoktu. Onları yan yana görmek bile imkansızdı. Şaşkınlığımı dile getirince, "onu düşmanların kem gözü ve sözünden korumak için", "zayıf düşmemek için" nişanı gizlediğini açıklamıştı. Çünkü, biraz önce de belirttiğim gibi, bir erkeği yaralamak, zayıf düşürmek için mahremine taarruz etmek milliyetçi/militer ideolojilerde yaygın bir itiyaddı.
“Çiçeği burnunda çift” Arda Turan ve Aslıhan Doğan’la ilgili son haber de tabii "benim kadınım ve başkalarınınkiler" ayrımını gündeme getirdi. Ayrıldılar, birleştiler, küstüler, barıştılar, birbirlerini takibi bıraktılar, fotoğrafları sildiler, yeniden yüklediler trafiğinden başımız dönmüşken, Allah razı olsun, evlendiler de kurtulduk. Malum, bu arkadaşlar “düğünler yarışıyor” çağında mütevazı bir ev nikahı yapmak durumunda kaldılar. Mütevazı sıfatını Arda'nın konağı için kullanmadım, ne haddime! Yani 5 yıldızlı otellerde, yurtdışında, kırlarda yapamadılar diyorum. Ama bu hayal kırıklığını tüm ihtişamlı çiftleri atlatarak cumhurbaşkanı ve eşinin şahitliğinde evlenerek giderdiler.
Ben içlerinde uhde kalmadı diye düşünüyordum. Ama kurnaz magazin muhabirleri bu derdi biraz deşmek istemişler belli ki. Gece kulüpleri önünde yollarını gözledikleri çiftten Aslıhan’a bir kıtır atarak ertesi günün magazin manşetine imza atmaya niyetlenmişler. Evde yapılan bir nikahın onu tatmin edip etmediği mealinde bir soru sormuşlar. Elini ağzına götürüp fermuar kapalı iması yapan Aslıhan’ın tavrından ben, “Pek doluyum ama konuşamıyorum” dediğine hükmettim. Arda da buna hükmetmiş olacak ki, sinirini genç karısından değil onunla kendisinden izinsiz ve laubali bir şekilde konuşan muhabirlerden çıkarmış.
"Senin kafanı, gözünü kırarım. Benim karımla konuşuyorsun dikkat et" demiş çocuğa. Kırar da. "Adam gibi adam" ne de olsa! Birazcık fevri ama o kadar da olacak. Büyüklerinden öyle görmüş. Aslıhan'dan “sosyetik güzel” diye bahseden pespaye magazinci üslubunu da tel'in etmeden geçmeyelim ama "benim karımla konuşuyorsun dikkat et!" uyarısı da bahsettiğim, benimki ve başkalarınınkiler imasını taşımıyor mu? Magazinin varlık sebebi başkalarının hayatlarını dikizlemek olduğu kadar, o kişileri çifte standartlı bir ahlaki bakışla yargılamak, teşhir etmek. Esas can sıkıcı olan eylem bu. Ama Arda'nın tepkisinin ardında, bir erkeğin "helali" olan kadının kamusal sözün/gözün malzemesi haline gelmesinin yarattığı infial yatıyor: "Ayağını denk al, o kadının namusu, kamusal alandaki varlığı benim teminatım ve sorumluluğum altında."
***
Bugün uluorta kullandığımız bir tabir var: köftehor. Hatta sevecenlikle, dostlarımıza hitaben sarf ederiz bu sözü çoğunlukla. Ne anlama geliyor, biliyor musunuz? Karısı tarafından "boynuzlanan" erkek. Köftehor vergisi, Osmanlı döneminde uygulanan caydırıcı bir ceza. Aldatılan erkek yüklü bir tazminat ödüyor devlete. Bunun önüne geçmek için koca, karısını sıkı denetim altında tutsun isteniyor. Muhtemelen öyle de oluyordur. Her erkeğin "helali"nin başkasına haram olması, kendi içinde tutarlı bir ahlak anlayışı olan, sosyal ilişkileri düzenleyen ve tek eşli toplum hayatını garanti altına almaya çalışan bir sisteme işaret ediyor. Ama bizimki gibi kültürlerde, "benim kadınım" ve öteki kadınlar ikiliği, cinsiyet ilişkilerine hakim olan bir özellik. Köftehor konumuna düşmekten ölümden korkar gibi korkan erkek, öteki kadınları fethedebileceği veya zorla girebileceği topraklar olarak görüyor. Evindeki kadınlara karşı ahlakçı ve muhafazakar bir tavır takınan erkeğin, taciz, tecavüz gibi suçların faili olduğunu görmek hiç de şaşırtıcı değil. Bu öteki kadın hele farklı bir coğrafyaya, milliyete, dine mensupsa "müsait" olduğuna dair bir algı yaratılıyor geleneksel eril zihniyette. Fethedilecek bir toprağa dönüşüyor.
Dedemin hep anlattığı, eski kuşakların da iyi bildiği bir hikaye vardı. Ellilerde, devleti temsil eden figürler (muhtar, vekil, kaymakam v.b.) halkı komünizmden soğutacağını düşündükleri bir kozu öne sürerlermiş. Komünizm geldiğinde, derlermiş, eve geleceksiniz, bir bakacaksınız ki kapının girişinde başka bir erkeğin şapkası asılı. O zaman arkanızı dönüp çıkmak zorunda kalacaksınız. Nazım'ın "yârin yanağından gayrı her yerde, her şeyde beraber" derken bir bildiği varmış. Ortaklığın bir hududu olduğuna inandırmak istiyormuş, tepkili insanları belki.
Karısının sadakatsizliğinin bedeli yüklü bir köftehor vergisi olan erkeklik mirası çoğunlukla, sahip olduğunu düşündüğü kadını "yengeniz olur" diyerek başka gözlerden sakınırken, geleneksel kadın kimliğine sığdıramadıklarını "müsait kadın" kategorisine yerleştirmek için meşru bir zemin de yaratıyor.
Funda Şenol Kimdir?
Doğma büyüme Ankara'lı. Ama aslen Niğde'li. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde okurken basın sektöründe çalıştı. Mezun olunca akademisyenliğe geçiş yaptı. 1994-2010 yılları arasında Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde, 2010 yılından, 686 No'lu KHK ile ihraç edilene kadar Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde çalıştı. Kent sosyolojisi, kent tarihi, toplumsal cinsiyet, basın tarihi çalışma alanlarıdır. İletişim Fakültesi ve Kadın Çalışmaları Programı'nda lisans, yüksek lisans ve doktora dersleri verdi. Yabanlar ve Yerliler: Başkent Olma Sürecinde Ankara (İletişim Yayınları, 2003); Sanki Viran Ankara (der), (İletişim Yayınları, 2006); Cumhuriyet'in Ütopyası: Ankara (der) (Ankara Üniversitesi Yayınevi, 2011); Kenarın Kitabı (der) (İletişim Yayınları, 2014) ve İcad Edilmiş Şehir: Ankara (der) (İletişim Yayınevi, 2017) adlı kitapları, çalışma alanlarında çok sayıda makalesi, araştırması bulunmaktadır. Şehirleri keşfetmeyi, sokaklarda yürümeyi, fotoğraf çekmeyi, arşivlerde eşelenmeyi, okumayı sever. Tuna'nın annesidir.
Selim Sırrı Tarcan: Bedeni ve zihni terbiye etmek 18 Ekim 2024
Batının vaatkar bedeni: Baraj Gazinosu’nun Avrupalı artistleri 04 Ekim 2024
Dişil enerji dedikleri ne ola ki? 20 Eylül 2024
Annemin karnıyarık tenceresi 30 Ağustos 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI