Çatlatıp patlatan bir tarz-ı siyaset
Çatlasak da patlasak da yıktılar işte. O değil de, son olarak kaç yaşımda “çatlayın patlayın”lı bir cümle kurduğumu epeyce düşündüm bugün. Hatırlayamadım. Çocukken -Diyarbakır’ın kırmızı bir toz tabakasıyla kaplı dar küçelerine değil de sanki Kraliçe Elizabeth’in torunları olarak Buckingham Sarayı'nın bahçesine çıkacakmışız gibi- saçımızdan tırnağımıza kadar terbiye edilmiş olarak sokağa salınırdık. Böyle laflar edemezdik biz.
Birkaç gün gibi uzun sayılabilecek bir süre, sağda solda gözüme çarpan Atatürk Kültür Merkezi’nin yıkılmasıyla ilgili “çatlayın, patlayın”lı demeci bir Zaytung yorumu sandım. Ta ki konuşmanın tam metni gündelik feysbuk seyahatimi güzel güzel icra ederken yoluma dikilene kadar. Cumhurbaşkanı Erdoğan tam olarak şunları söylemişti; “AKM için de çok bağırdı Geziciler. İstediğiniz kadar bağırın, çatlayın patlayın yıktık. Aynı şeyi Ankara'da yaptık. Cumhuriyet tarihi boyunca bir tane eser ortaya koyun be! Demek ki bizi beklediler.”
Arka arkaya inci gibi dizilen cümleler böyleydi.
Aynı konuşmanın başlarında bir yerde ise tabii yine tek parti döneminde ahıra çevrilmiş 300 cami ve mescitten söz ediliyordu. İstediğiniz yerden kanıt, bilgi ve belge bulun ve hatta bu yapıların birçoğunun tek parti döneminden sonra da yıllar yılı cami ya da mescit olarak ayakta olduğuna tanıklık etmiş bölge efradını getirin, artık aksini kanıtlamanız mümkün değil. Tek parti dönemindeee 300 mesciiid AHIR yapıldııı. Bunlaaar bunu da yaptı! O kadar.
Yüzlerce mescidin ahır yapılması meselesinin ne sıklıkla telaffuz edildiğini hiç üşenmeden bir bir saymak gerek. Çok elverişli bir propaganda malzemesi olarak tahminlerimizden bile sık tekrar ettiği kesin. Niçin etmesin? Dini/manevi ve hatta kültürel değerleri ve duyguları aşağılama gerekçesi etrafında tanımlanmış envaiçeşit suç var memlekette ama aynı şeyleri propaganda malzemesi yaparak sonsuzca istismar etmek gibi bir suç yok biliyorsunuz.
Peki peki dağılmayayım madem; bu 300 mescit olayının çok ama çok tekrar ediyor olmasının nedenini bir anlamaya çalışalım önce, oradan da hepimizi çatlatıp patlatarak yıkılan AKM’yi son bir ziyaret edeceğiz. Daha çok işimiz var.
Propagandada tekrarın önemini ve propagandanın içeriğini oluşturan konunun “doğru” ya da yalan olmasının önemsizliğini, Hannah Arendt, totaliter rejimler bağlamında şöyle dile getiriyor:
“Kitleler görünen hiçbir şeye, kendi öz deneyimlerinin gerçekliğine bile inanmazlar; kendi gözlerine, kulaklarına güvenmeyerek, bir anda kendi başına evrensel ve tutarlı olan herhangi bir şeyin peşine takılarak, yalnızca kendi imgelemlerine saygı duyarlar. Kitleleri ikna eden şey olgular hatta uydurma olgular da değildir; yalnızca bu olguların parçaları oldukları düşünülen sistemin tutarlılığıdır. Kitlelerin kavrama ve anımsama kapasitelerinin düşük olduğuna yönelik yaygın kanı yüzünden önemi bir biçimde abartılan tekrarlama yöntemi, sırf kitleleri zaman içinde tutarlılığa inandırdığı için önemlidir.”(1)
Arendt’in sözleri yeterince açık değilse, hamurumuz hazır kulak memesi kıvamına gelmişken, hemencecik bir açma açıvereyim size. Şöyle demeye getiriyor Hannah Arendt; 300 mescidin gerçekte ahır yapılmış olup olmadığının hiçbir önemi yok. Kitleler bunun böyle olmadığına gözleriyle tanıklık etmiş olsalar da yok, olmasalar da yok. Önemli olan işin tesadüfe bırakılmaması ve 300 mescidin ahır yapılmış olduğunun tutarlı biçimde tekrar edilmesidir. Yeterince tutarlı bir biçimde aynı şeyleri söylerseniz kendiniz bile kendi tutarlılığınıza ikna olur ve söylediğiniz şeye inanırsınız. Belki bizim atalarımız bir Hannah Arendt değildi ama onlar aynı şeyi çok daha basit biçimde söylemişti aslında; “Bir şeyi kırk kere söylersen olur.” Bu özlü sözün sadece geleceğe referans verdiğini düşünmenin alemi yok. Geçmiş için de bir şeyi kırk kere söylerseniz olur. Olmuşsa da olur, olmamışsa da olur. Anlayın artık. Çatlatıp patlatmayın adamı…
Tabii bu noktada söylemek istediğim şey, 300 mescidin gerçekten ahır yapılmamış olduğu filan da değil. Onu ben nereden bileyim? Ben sadece bugün bu konunun siyaseten nasıl kullanıldığı ile ilgileniyorum. Devlette ve siyasette süreklilik esas ise ahıra çevrilmiş 300 mescitten, bir tür anma veya bir iade-i itibar gibi tasarlanmış törensel bir ortamda, enine boyuna ve inandırıcı biçimde bir kez ve büyük bir ciddiyetle söz edersiniz. Bir devlet adamı olarak, ibadet mekanlarını talan etmekle kalmayıp üstüne üstlük bir de ahıra çevirerek insanımızın duygularını bu denli incitmiş bu zihniyeti telin ettiğinizi, o mekanlara yapılanlardan çok derin bir üzüntü duyduğunuzu söylersiniz. Sonra da o mescitlerin ve duyguları incinmiş olanların hatırına artık biraz susarsınız. Siyaset dünyasından buncacık bir vakar beklemek çok mu imkansız artık?
Gelelim şu çatlayıp patlamamızı gerektiren AKM mevzuuna. Çatlasak da patlasak da yıktılar işte. Murat Belge’nin de iki gün önceki yazısında değindiği gibi, Cumhuriyet tarihi boyunca bir tek mimari eser bile yapılmadığını ağır biçimde aşağılayarak ifade eden Cumhurbaşkanı, o dönemden miras kalan az sayıda yapıdan birinin yıkıldığını da “çatlayın patlayın” diyerek duyuruyor! Belirtilen dönemde kültür varlıklarımıza dahil edilmiş daha çok eser olsaydı onların da aynı biçimde yıkılması kuvvetle muhtemeldi demek ki. Bizler de her biri için çatlayıp patlamaktan yok olup giderdik böylece. İyi hesap…
O değil de, son olarak kaç yaşımda “çatlayın patlayın”lı bir cümle kurduğumu epeyce düşündüm bugün. Hatırlayamadım. Çocukken -Diyarbakır’ın kırmızı bir toz tabakasıyla kaplı dar küçelerine değil de sanki Kraliçe Elizabeth’in torunları olarak Buckingham Sarayı'nın bahçesine çıkacakmışız gibi- saçımızdan tırnağımıza kadar terbiye edilmiş olarak sokağa salınırdık. Böyle laflar edemezdik biz. Kesinlikle. O zamanlar yoktu böyle bir özgürlük.
Kendi küçesinin tozuna yabancı, Batı özentisi öğretmen kuşakları ve ebeveynler, işte o vakitler böyle uygun görmüş ve böyle yetiştirmişti bizleri. Aramızdan birçoğunun babası da öğretmendi zaten ki “yaşam boyu eğitim” denen şeyin ne olduğunu daha ekmeğe pepe derken öğrenmiştik. Dönemin o “idealist” öğretmenlerinin yetişemediği yerde de Kemalettin Tuğcu imdada yetişiyordu. Sıkıysa “çatlayın, patlayın” diyelim birine, Kemalettin Bey Amca kitap sayfalarının arasından gözlerini belerterek bakar, bastonunu sallardı. Iyy ıyy... Şöyle bir ağız dolusu “çatla, patla” dedirtmediler elbirliğiylen… Nur içinde yatasıcalar. Ne iyi oldu ya, ne güzel oldu şimdi. Cumhurbaşkanı bile “çatlayın, patlayın” diyor!
Özgürlüğünüzün farkında mısınız? Sakız gibi patlatarak lafları…
Tabii bu özgürlükleri bize sağlayan ve tuvalet fiyatları olsun ya da faizleri inadına inadına düşürmeyen Merkez Bankası olsun her şeyle ama her şeyle bizzat uğraşan, gözünü vekillerin ve bakanların filan üzerinden bir an olsun ayıramayan Cumhurbaşkanı tahammülfersa düzeyde yoruluyor. Bir tarafa çeki düzen veriyor tam, hop bakıyor ki diğer taraf dibe vurmuş. Son olarak da dolar alıp başını gitmeye kalkmasın mı? Arkadaşımın minik ve tatlı kızı Ekin gibi, “Bırak gitsin dönerse senindir, İskender’se benim!” diyecek hali yok sayın Cumhurbaşkanının. Çoluk çocuk bu esprinin de suyunu çıkardı zaten...
Ne yapsın, her şeyle ayrı ayrı uğraşıyor o da. Böyle her şeyi üzerine yıkıyoruz. Sonra da neymiş efendim, tek adammış!
Tek adam mek adam, çatlayın patlayın. Kaşmerler sizi! Bu sözcüğü Ekşi Sözlük'te “kaşmer” başlığı altında dördüncü sırada yer alan “bozucuk” nickli yazarın tanımladığı anlamda kullanıyorum ha. Başka manalara çekmeyin.
Kaşmer demişken, bugün canım ibişli bir cümle kurmak hiç istemiyor. Bu yazıdan da eksik kalıversin…
(1) Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynakları 3/ Totalitarizm. Çev., İsmail Serin. (İstanbul: İletişim Yayınları, 2014). s.110.