Annem: Simurg’un öyküsü
Bugünün Türkiye’sinde hâlâ bir anlamı var mı bilemem ama annem bir erdem abidesiydi. Sözünü sakınmaz, doğru olduğuna inandığı her şeyi inatla, ısrarla savunurdu. Disiplinliydi, ilkeliydi. Onurundan bir an ödün vermedi. Verdiği hiçbir sözü yerde bırakmadı. Bütün zarafetiyle direndi.
Bu başka türlü bir ortamda, başka bir içerikle yazacağımı düşündüğüm bir ilk yazı. 7 Şubat 2017 tarihli 686 numaralı KHK ile kamu görevinden çıkartılarak akademiden uzaklaştırıldığımdan bu yana hep ertelediğim yazma kararını geçen hafta almıştım; bu yazıyı da hasta yatağındaki annemin başucunda tamamlayacağımı, ona okuyup fikrini alabileceğimi düşünmüştüm. Olmadı. Annemi bu hafta salı akşamüzeri kaybettik. O andan beri, yazmayı ertelemekle yazmak arasında gidip geldim. Sonunda anneme adanmış bir yazı kaleme alma arzuma yenik düştüm. Kişisel bir öykü bu.
Annem ‘sıradan’ bir Anadolu kentinde, Yozgat’ta, yazın bitip günün döndüğü bir zamanda doğmuş. Kendisinden önce altı çocuklarını toprağa vermiş bir ana babanın, daha doğmadan ölümüne bilet kestiği, kaderi yaşatılamamış kardeşlerine denk tutulan kızları. Baba, bir evlat daha kaybetmenin acısına dayanamayacağını söyleyip evi terk ettiğinde kucağında yeni doğmuş kızı yapayalnız kalmış anneannem. Kızına Yaşar demiş, yaşasın diye. Kıymetlisini kaybetmemek için olmadık çareye başvurmuş. Eşek sütü ver demişler, buldurmuş, ilk onu içirmiş. Süt anne bulmuş kızı için; sütü yarasın da hayatta kalsın diye. Yaşar bebek, direngen çıkmış. Yaşamış! Öyle bir tutunmuş ki hayata, koparabilene aşk olsun. Baba, yaşıyorsa bu benim kızım değildir diyesiymiş. İnanamamış, doğum lekesi sayesinde ikna olmuş. Yine de sahiplenmek istememiş kızını. Ana-kız, dişleriyle tırnaklarıyla, bir lokma bir hırka, biri birine tutunmuş, biri birini doğrultmuş. Anneannem kıymetlisini yaşatmayı başardı, kızının büyüdüğünü, evlendiğini, çocuklarını gördü. Kızı onu hiç bırakmadı, o da kızını hiç terk etmedi.
Bugünün Türkiye’sinde hâlâ bir anlamı var mı bilemem ama annem bir erdem abidesiydi. Sözünü sakınmaz, doğru olduğuna inandığı her şeyi inatla, ısrarla savunurdu. Disiplinliydi, ilkeliydi. Onurundan bir an ödün vermedi. Verdiği hiçbir sözü yerde bırakmadı. Bütün zarafetiyle direndi. Bildiği tek hayat buydu. Yaşadığı hayat, başını eğmeden ayakta durmayı, mücadeleyi, direnmeyi, umudunu canlı tutmayı öğretmişti ona. Başka türlüsünü düşünmedi bile. Sendika mücadelesi içinde, zorlu geçeceği için katılmak zorunda hissettiği bir toplantıya üç günlük kardeşimi beşiğinde bırakarak giderken geçirdiği kaza, babamı ondan sonraki 53 yıl acılar, hastalıklar içinde bıraktığında annem hep yanındaydı. Babam vazgeçtiğinde annem onu ayağa kaldırdı.
Onun mücadelesine denk sayılır mı hiç emin değilim. Ama şu son bir buçuk yılda, OHAL sürecinin kıskacında, hastalıkla mücadelesinde annemin yanında olmaya çalışırken umudumu kaybetmediysem bunu öncelikle ona borçluyum. Her seferinde küllerinden daha umutlu doğruldu. O, Simurg’tu. Umudu çoğaltmayı, direnmenin gücünü öğretti kızlarına, torunlarına. Son gününde bile gözlerinden umudun ışığı yayılıyordu bizlerin üstüne.
Bugün bu umuda, bu direnme gücüne ne kadar da ihtiyacımız var. Bu dirençten öğrenecek ne çok şeyimiz var. En karamsar anımızda bile umudu canlı tutmak gerek.
Annemin son dileğiydi: Umudu kesmeyin! Elbet aydınlık günler yakın....