YAZARLAR

Üç baba, bir kutlama

Tanıdım onu, iyi tanıdım. Babalar günlerinde aramadım, o da beklemedi. Biz yan yanayken ellerinden öptüm ama. Beraber mezar başlarına gittik, rakı sofralarında oturduk. Kızdık da birbirimize. İki oğlu, ellerini öptük.

Beyaz

Adı Abdo’ydu. Onu buğdayın yandığı, anızın koktuğu, Ramazan’da fırın önlerinde sadece orada dilenenlerin peyda olduğu, gürültünün ancak silah sesleriyle fark edildiği, çocukların yalın ayak saatlerce bahçelerde top oynadığı, annelerin şen şakrak babaların biraz üzgün olduğu bir memlekette tanıdım. Mavi mi yeşil mi olduğunu çıkaramadığım ama fotoğrafı çekilse “yüzyılın en hüzünlü karesi” gibi afili bir ödül alma ihtimali yüksek bir çift gözü vardı. İnsanların genelde bir çift gözü olur zaten, onunki genelde olandan daha başkaydı, hiç mübalağa yok. Kaçak tütün sarardı Abdo, ben onu hep öyle görürdüm duvar dibinde. Duvar dibi dediğim de, o memleketin tam ortasında, Ferho’nun çay ocağının iskemlelerinin yanında, duvarın dibinde. Otururlardı, kalabalık olurlardı, genelde birbirlerine benzerlerdi. Hüzün ciltlerinde isimlerine rastlanmayan ama hüznün muhtemel bir kitabı yazılacaksa, aslında altın yaldızla serlevhada olması gerekenler. Onlar, genelde istatistiklerin sayılan ama ciddiye alınmayan kara kalabalık kısmından olurdu. Abdo, onlardandı, ben onu tanıdım. Biri deli üç kızı, biri deli iki oğlu ve sonradan delirmiş bir karısı vardı. Büyük kızı dışında hepsi aynı evdeydiler, küçükçe bir bahçe, birkaç göz oda, eh işte büyüklükte bir salon. Hepsi bu kadar. Ben Abdo’yu konuşurken gördüm müydü hiç?

Gözleriyle konuşandı o, burada da mübalağa yok. İkisi deli beş çocuğun şafakta tabiat henüz uyanırken yollara düşen, Ferho’nun çay ocağının önünde bekleyen ve iş çıkınca hamallık yapmaya giden, gözleri mavi mi yeşil mi bir türlü çıkaramadığım babasıydı. Abdo yok şimdi, ömrünün neredeyse son gününe kadar hamallık yaptı. Halimê onun ölümünden sonra uzak bir memlekete gitmiş dediler. Sonra üçüncü sayfa haberi oldu ölümüyle. Abdo olmadı. Sessiz, sakin, bir mumun sönüşü gibi öldü. Çocukları tarafından babalar gününde hiç tebrik edilmedi.

Siyah

Adı Murat’tı. Onu denizin donabildiği, dağların hiç dağ gibi davranmadığı, balığın tazesi için uzun yollar yürüyenlerin yaşadığı, kendi kokusuz ama imgesi kokulu bir memlekette tanıdım. Boyu benimkinden kısaydı ama boyu benimkinden çok uzun olsun istiyordu. Emir verdiği insanların tamamı tarafından nefret nesnesi haline gelmişti ama kimse karşısına çıkıp yedi ceddine küfretmiyordu. Çünkü orası öyleydi, çünkü ona küfretmek olmazdı. Ona küfredilse, orada olanlar orada kalmaya devam edecek ve oradan daha da nefret edecekti. Bir nefret parantezinde yaşayan, akşamları hırsızlık yapan gündüzleri “Pim çek bomba at” diye bağıran, yediği yemeği gizlice tuvalete kusan bir kalabalıktı o. Murat’ın gözleri yeşildi ve boyu hepimizinkinden uzun olsun istiyordu. Sarsılmaz ve çelik iradeliydi, en güzel sporu o yapar, en isabetli atışı o sağlardı. Bağırınca yer gök inlesin, sesini duyan herkes tir tir titresin, duymayanlara da o sesin namı anlatılsın isterdi. Onu ben tebessüm ederek görmemiştim zaten de, yüzünde herhangi bir duyguya rastladığımı bile hatırlamıyorum. Karşıdakine zulmederken, sinsi bir şey gelirdi ama gözüne. Kış günü karlar içinde sürünen üç çocuğa bakarken, ona bakıyordum ben. Geceydi, karanlıktı ama yüzünü seçmiştim. Gözünden bir şeyler geçiyordu. Çocuklar çok üşüyordu.

Bir gün duyuldu ki, kızı varmış meğer. O da Almanya doğumluymuş babası gibi. Üniversite okurmuş, bir de arabası varmış. O soğuk memlekette, yolda gayrinizami bir hızla giderken birine çarpmış. O çarptığı şikâyetçi olmuş, kız apaçık kusurlu çıkmış. Murat, o çok sevdiği, uğruna insanlara zulmettiği devletine kızını vermek zorundaymış. Kızın ceza yatma ihtimali varmış. Telefonu çaldığında yanındaydım, “Kızım,” derken sesi titriyordu. Ölmedi henüz, bir yerlerde zulmetmeye devam ediyor olmalı şimdi. Kızı tarafından bütün babalar günlerinde tebrik edildi ve muhtemelen saadet dolu saatler geçirdiler.

Gri

Bir adı da Cemal’di. Tanıdım onu, iyi tanıdım. Babalar günlerinde aramadım, o da beklemedi. Biz yan yanayken ellerinden öptüm ama. Beraber mezar başlarına gittik, rakı sofralarında oturduk. Kızdık da birbirimize. İki oğlu, ellerini öptük. Babasızlardan utanarak, kötülerden ve zalimlerden utanarak. Kötü olmadık, öyle sandık en azından. Bir adı Cemal’di ve ben bunu gizli gizli hep çok sevdim. Benim de bir adım Cemal olur bir gün, belki.

Not: Bu yazı tam dört sene evvel yayımlanmıştı. Bugünleri, hastalığın bir insan gibi karşıma oturup konuştuğu bugünleri beklermiş.


Mehmet Said Aydın Kimdir?

1983 Diyarbakır. Kızıltepeli. Türk Dili ve Edebiyatı okudu. Üç şiir kitabı var: “Kusurlu Bahçe” (2011), “Sokağın Zoru” (2013), “Lokman Kasidesi” (2019). “Kusurlu Bahçe” Fransızcaya tercüme edildi (2017). “Dedemin Definesi” (2018) isimli otobiyografik anlatısı üç dilli yayımlandı (Türkçe, Kürtçe, Ermenice). Türkçeden Kürtçeye iki kitap çevirdi. BirGün ve Evrensel Pazar’da “Pervaz” köşesini yazdı, Nor Radyo’da “Hênik”, Açık Radyo’da “Zîn”, Hayat TV’de “Keçiyolu” programlarını yaptı. Editörlük yapıyor.