Herkesin Taksim'i...
Herkesin Taksim’i aynı olacak. Her tür insani ilişki yeni baştan tarif edilecek. Herkes ehlileşecek. Toplumsal karşılaşmaların, olayların, tesadüflerin, melezliklerin ilginçliğine, çeşitliliğine ve zenginliğine asla izin verilmeyecek. Mutlak bir kontrol sağlanacak ve sadece sonsuz bir gösteri olacak. Ve böylelikle, herkesin Taksim’i, hiç kimsenin Taksim’i olacak.
Bugünlerde Taksim Meydanı’na çıkacak olursanız, bir ucunda yıkılmakta olan AKM’nin tuhaf ve grotesk görüntüsü, diğer ucunda ise su sarnıcının hemen arkasından yükselen Taksim Camisi’nin henüz tamamlanmamış kubbesinin beton stürüktürü ve inşaatının bir minare gibi göğe yükselen zarif vincini görürsünüz.
Meydandaki insanlar, devam eden inşaatların gürültüsü, inip kalkan vincin ve kepçelerin hareketi, orada burada duran uyarı levhaları ve barikatlar, etrafa öylesine serpiştirilmiş beton saksılar ve lalelerin arasında, bu düzensizlikle müthiş bir uyum içinde, gelişigüzel ayakta duruyorlar, rahatça dolanıyorlar ya da saksıların kenarlarına yaslanmış sohbet ediyorlar.
Özensiz bir şekilde dökülmüş ve meydanın tüm zeminini kaplayan betonun, kesintisiz sürekliliği ve grimsi düz rengi ise ortama farklı bir ferahlık ve özgürlük duygusu veriyor.
Günümüzde imajlar, reklamlar ve onun bir dalı olan politika gibi kurguların arasında yaşadığımızı söyleyen ve kitaplarında, bu kurgulardaki sahteliğinin peşine düşen bilim-kurgu yazarı Ballard, modern dünyanın yarattığı bütün tuhaflıkları büyük bir aşkla kabul eden ikircikli bakışıyla, eğer bu manzarayı görse, eminim ki benimle aynı şeyleri hissederdi.
Ancak bu manzara geçici; yeni AKM’nin 2019’un çeyreğine yetiştirileceğinin sözü, mimarından çoktan alındı bile; cami ise AKM’den çok daha önce tamamlanacak. Her iki yapı da kullanıma açılıp, meydanın düzenlenmesi tamamlandığında, her şey yerli yerine oturacak ve İstanbul, nihayet kendisine yaraşır bir meydana kavuşacak.
İKTİDAR(LAR)IN MEKANI OLARAK TAKSİM MEYDANI
Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren Taksim Meydanı, tüm iktidarların ilgisini çekti. Meydan, bir taraftan yeni ve modern Türkiye’nin Batı’ya dönük yüzü olurken, diğer taraftan da Osmanlı’dan devralınan ümmetçiliğin yerine, toplumu bir arada tutmak için milliyetçilik ve yurttaşlık bilincini yaymanın aracıydı.
Cumhuriyet Anıtı, Taksim’e yapıldı. Modern Avrupa’nın kent içi gezinti parklarına öykünen “Gezi Parkı” Taksim’de açıldı. Opera, bale, klasik müzik gibi o zamana kadar İstanbul’a yabancı olan sanat dallarına ev sahipliği yapacak olan AKM’nin yeri Taksim oldu. Özellikle 1950’lerden sonra yeni zenginlerin yani burjuvazinin eğlence, alışveriş ve kültürel mekanları yine Taksim ve etrafında yoğunlaştı.
Bugün, Taksim ile ilgili bizlere anlatılan iki temel hikaye var. CHP’ye göre, Cumhuriyet’in simge yapılarından olan AKM’nin yıkılması ve Taksim Cami’nin inşası, Batı’nın demokrasi kültüründen uzaklaşılması ve Cumhuriyet’in kazanımlarının yitirilmesi anlamına geliyor. AKP iktidarına göre ise Taksim, yıllar boyu ihmal edildi ve daha da önemlisi, şimdiye kadar sadece belirli bir zümrenin malı oldu. Meydan, Türkiye’nin ve dünyanın değişen gerçeklerine göre yeni baştan donatılmalı ve artık herkesin Taksim’i olmalı.
Peki, hangisi doğru; hangisine inanmalı; hangisi hayatlarımızı daha anlamlı kılacak?
Aslında bu soruların hiçbir anlamı yok. Her iki hikaye de kendi içinde tutarlı, anlatanına ve onu dinleyenlerine göre. Ancak şu gerçeği de kaçırmamak lazım. Hikayeler, birer kurgu da olsalar, yine de birtakım gerçeklere dayanırlar. Anlatıcının tek yaptığı, gerçeği, kurgunun cilası ile gizlemek ve onu çekici hale getirmektir.
Aslında ortada iki yüzü olan tek bir hikaye var. Bir yüzü, yüz yıl önce Batı emperyalizmi karşısında neredeyse yok olma noktasına gelmiş bir ulusun, geçmişin köhnemiş zihniyetinden kurtularak, akıl ve bilimin yolu ile muasır medeniyetler seviyesine ulaşmasını anlatırken; diğer yüzü, bugünün neoliberal dünyasında, yine Batı emperyalizmine karşı verilen mücadeleyi ve küresel güçler arasında artık hak ettiğimiz yeri almamızı anlatıyor.
Her iki hikayede de düşman aynı, hedef aynı; ama tek bir farkla, biri bunu modernleşme, diğeri ise neoliberalizm ve küreselleşme üzerinden anlatıyor. Modernleşme, zamanında tüm dünyanın ilerde daha iyi bir yer olacağını anlatabilirken; neoliberalizmin, devletlerarası gerilimlerin giderek şiddetlendiği, küresel enerji savaşlarının verildiği, kaynakların tükendiği ve topyekun yok oluşa doğru giden günümüz dünyasında, bizlere anlatacak fazladan bir hikayesi yok. Tek yapabildiği, dünyayı imajlar ve nesneler üzerinden büyülemek.
Şimdi bu büyülü dünyanın, mekansal kurgusuna bakalım.
KÜRESEL SAHNE
Küreselleşme, sermayenin devletler üstü akışkanlığını ve kentlerin tek başlarına yükselişe geçişini tarif eden, henüz 40 yıl önce icat edilmiş bir kelime. Küresel kentler, sermayeyi kendilerine çekebilmek için, yüksek gökdelenler, modern alışveriş merkezleri, kapalı ve lüks konut alanları ve devasa kongre merkezleri ile kendilerini cilalama yarışındalar. Ve istisnasız hepsi, kendilerini küresel sahnede sergiledikleri büyük kamusal alanlara sahipler; New York’un Times, Londra’nın Trafalgar, Paris’in Concorde ve Tokyo’nun Shibuya meydanları gibi.
İstanbul’un sahnesi ise hiç kuşkusuz Taksim Meydanı. Fakat küresel yarışmanın iddialı kenti İstanbul’un sahnesi, şu ana kadar bir türlü benzerleri gibi olamadı; tam aksine, bir dizi toplumsal çatışmanın merkezine dönüştü. Meydanın, 1 Mayıs kutlamalarına bir açılıp, beş kapanması, dünyada LGBTİ Onur Yürüyüşleri bir karnaval havasında geçerken, bizde yasaklanması ve asıl, 2013’deki Gezi Direnişi esnasında meydanın tümünü kaplayan biber gazı bulutlarının görüntüsü halen tüm dünyanın aklında.
SÖYLEM İNŞASI
AKP, iktidara geldiğinden beri tasarrufunu, kelimenin hem “biriktirme – çoğaltma” hem de “bir şeye sahip olma ve sahip olduğu şeyi istediği gibi kullanma yetkisi” anlamında Taksim Meydanı üzerinde yoğunlaştırdı ve yeni bir sahne kurmak istedi.
Meydana, Gezi Direnişi’nden beri neredeyse hiç dokunulmadıysa da, bu beş yıl zarfında, önce Taksim Meydanı’na yapılacak müdahaleleri meşrulaştıracak soyut kurgular ve söylemler inşa edildi ve şimdi de meydanın maddi inşaasına başlandı.
AKM yıkılıyor ve yerine daha iyisi yapılacak. Yapıya, gereken her türlü saygı gösteriliyor. Adı değişmeyecek. İlk mimarı Hayati Tabanlıoğlu’nun oğlu Murat Tabanlıoğlu tarafından tasarlanması uygun görüldü. Tabanlıoğlu da, babasına vefa borcunu ödüyor ve zamanının modernist ilkelerince, yalın bir biçimde tasarlanmış olan cephesini koruyor. Sadece yeni cephe daha şeffaf olacak, aynı zamanda dev bir ekran görevi görecek ve içerideki etkinlikler meydandan da izlenebilecek. Tüm bunlara kimsenin ciddi bir eleştirisi olacağını düşünmüyorum.
Karşımızda yepyeni bir AKM duruyor ve eskisi, bu söylemler üzerinden yıkılıyor.
Taksim Cami’nin meşruluğunun söylemleri ise caminin artık milli ve yerli mimari tarzımız haline gelen Osmanlı – Anadolu Selçuklu mimarisinin modernize edilmiş hali olması, kubbesinin, yakınındaki kilisenin yüksekliğini geçmeyeceği, farklı dinlerin biraradalığı, inşaatı, kendi deyişleriyle, “Allah rızası için” Sur Yapı’nın üstlenmesi üzerine inşa ediliyor.
Basında çıkan haberlere ve servis edilen imajlara bakınca, aklıma şöyle naif sorular geliyor:
Eski AKM’nin, meydan ile bütünleşmediği eleştirilirken, neden yenisinin meydan ile arasına, cephesi boyunca uzanan büyük bir su havuzu konulmuş?
İçerideki opera, tiyatro, bale gibi etkinlikleri, dev ekranda izleyenler, aynı zamanda bu etkinlikleri dinleyebilecekler mi?
Eğer dinleyebileceklerse, bu muazzam gürültü kirliliği nasıl önlenecek? Eğer dinleyemeyeceklerse, o zaman ekran ne işe yarayacak?
Koskoca AKM’nin salonları hemen yanı başındayken, neden camiye de fazladan bir konferans salonu yapılıyor?
İçeride etkinlik yokken, cepheye reklam verilebilecek mi?
Bu ve benzeri naif soruları geçelim ve asıl gerçeklere bakalım.
STRATEJİ VE TAKTİKLER
Strateji tekil, taktik çoğuldur. Strateji iktidara, taktikler topluma aittir. Strateji, geneldir ve yukarıdan bakar; taktikler ise anlık ve çok parçalıdır. İktidar, belirlediği strateji ile mekan üzerinde mutlak bir hakimiyet kurma iddiasındayken; toplum, iktidarın dayattığı strateji karşısında öngörülemez bir dizi eylemlerle çatlaklar oluşturmaya çalışır.
Gezi Direnişi, iktidarın Taksim stratejisi karşısında, toplumun birbirlerinden tümüyle farklı kesimleri hiç beklenmedik bir biçimde bir araya getiren, her birinin kendi özgün direniş taktiklerini ürettiği, bir karnaval havasında başlayan ama sonrasında Türkiye’nin son yıllarda gördüğü en büyük toplumsal çatışmaya dönüşen bir olaydı.
Ama zaten, mekanın etimolojik kökeni, olayın geçtiği yerdir.
İktidar, benzer bir olayın tekrarlanmaması için, Gezi Direnişi’nden edindiği deneyimle stratejisini yeniden üretiyor, Taksim’de yeni sınırlar ve tarifler inşa ediyor. Artık, Taksim’in olayların mekanı olmasını değil, tek bir gösterinin, kendi gösterisinin sahnesi olmasını istiyor. Bunu başarmak için de neoliberal dünyanın bütün araç ve gereçlerini, kavramlarını ve söylemlerini seferber etmiş durumda.
Bir önceki meydanın işlevi, milliyetçilik ve yurttaşlık bilincini oluşturmak iken; şimdikinin işlevi kitleleri büyülemek olacak.
Her şey, tüm yapılar, oturma yerleri, işaret levhaları, çöp kovaları, zemindeki döşemeler gıpgıcır olacak ve asla eskimelerine izin verilmeyecek. Kafelerde, eğlence mekanlarında, sanat galerilerinde, konser ve sinema salonlarında tüketim toplumunun tüm nesneleri ve imajları bizleri bekliyor olacak. Kafe ve dükkan çalışanları, müşterilerine nasıl davranacaklarını ve neyi satacaklarını bilecekler. Eğer izin verilirse, sokak çiçekçileri bile nerede ve nasıl duracaklarını bilecekler.
Herkes buraya gelecek ve kim, nerede, nasıl oturacağını ve dolaşacağını bilecek. Hatta Gezi Direnişi sırasında, insanların kendi hazırladıkları afişlerini, pankartlarını, bayraklarını astıkları çok parçalı, çok renkli, çok sesli AKM’nin cephesinin yerine dev bir ekran konacak ve herkes nereye ve neye bakacağını bilecek.
Herkesin Taksim’i aynı olacak. Her tür insani ilişki yeni baştan tarif edilecek. Herkes ehlileşecek. Toplumsal karşılaşmaların, olayların, tesadüflerin, melezliklerin ilginçliğine, çeşitliliğine ve zenginliğine asla izin verilmeyecek. Mutlak bir kontrol sağlanacak ve sadece sonsuz bir gösteri olacak.
Ve böylelikle, herkesin Taksim’i, hiç kimsenin Taksim’i olacak.
Eğer çok abarttığımı düşünüyorsanız, emin olun, Ballard sizinle aynı fikirde olmazdı.
Merak edenler için birkaç Ballard önerisi: Beton Ada, Ayrıntı Yayınları, 2004; Süper Kent, Ayrıntı Yayınları, 2004; Gökdelen, Sel Yayıncılık, 2011; Öteki Dünya, Sel Yayıncılık, 2011.
Konudan bağımsız, son bir söz söyleyeceğim:
Kim ne derse desin, Taksim Meydanı’nın en önemli yapısı, bana göre AKM, Gezi Parkı ya da Taksim Cami değil, kimsenin üzerine söz üretmediği ve arkasından yükselen caminin iriliği ile ezilen maksem ve su sarnıcıdır. Çünkü meydan ismini, 286 yıl önce Sultan I. Mahmut zamanında kente Belgrad ormanlarından getirilen suyun dağıtılması amacıyla inşa edilen bu eski yapıdan alır. Yapının cephesinde, “Her şeye su ile hayat verdik” yazar. Maksem, suyun bölüştürüldüğü, pay edildiği yani “taksim” edildiği yerdir.
Teşbihte hata olmaz, Taksim Meydanı, maksem ile hayat buldu. Daha ortada bir meydan bile yokken, sekiz köşeli, piramidal çatılı maksem ile yanındaki doksan metre uzunluğunda ve üç metre yüksekliğindeki sarnıç oradaydı.
Her şey bir yana, bir mimar olarak Taksim’e çok ayıp ettiklerini düşünüyorum.