Karanlığın müfredatı
Kadın evinde otursun, olmadı hasta bakıcı, hemşire olsun deniyor. Bu onurlu meslekler kadına, sabır ve beceriklilikleri nedeniyle değil, kadının görevi olduğuna inanılan hizmetler içerdikleri için uygun görülüyor. Dünyanın en zor işlerinden biri olan öğretmenlikse, çoluk çocukla uğraşsın, eve vakitlice dönsün diye. Müfredatta öğretmenlik destekleniyor. Atanamayan öğretmen çaresizlikten ölümü seçiyor...
Her çocuk öğrenir bunu: İnsan karanlıkta da görür. Gözlerini kapatıp açarsan bu daha çabuk olur. İçinden ona kadar sayarsın. Açılan gözlerin daha kesin bir karanlıktan çıktıklarına memnun, ortama adapte olmak için elinden geleni yapar. Nesneler yavaş yavaş belirir. On-on beş saniyede etrafını iyiden iyiye seçer hâle gelirsin. Göz, karanlığa alışır.
Çocukluğumun kısa bir döneminde aniden geniş bir korku repertuarına sahip olmuştum. Kedilerden, tetanos olmaktan ve karanlıktan ödüm kopuyordu.
Kedilerden kaçınmanın yolları vardı. Elindeki bir sıyrık nedeniyle aşı olmakta direten bir çocuğa “abartma” deme riskini de kimse almak istemiyordu. Karanlık, en zoruydu.
Banyo yaparken gözlerimi kapatmıyordum o ara. Açtığımda bir daha göremeyecekmişim gibi geliyordu. Gözlerimi sabunlatmıyordum bu nedenle. Tünellerden korktuğum için bayıldığım trenlere binemiyordum. Bir yerde yatılı misafir kaldığımız bir gece, salonda pencere kenarındaki kanepeye tünemiş, seksen kere “sokak lambası sönmez di mi” diye sorarak öbür kanepede uyumaya çalışan ağabeyimi deli etmiştim.
Tüm bu korkular birdenbire ortaya çıkmıştı, giderek dozları yükseliyordu. Sonunda annemle doktora gittik. Niye kardiyologa gittiğimiz hakkında hiçbir fikrim yok şu an. Bir şekilde denk gelmiş olmalı. Doktor tırnaklarımın rengini kontrol etti, birkaç soru sordu. Durumumu pek ciddiye almadığını hissedebiliyordum. Bir alete falan girmem gerekmiyor muydu? En azından ona korkularımdan bahsetmek isterdim, evet. Bir- iki dakika dinledikten sonra: “Çok film izlemişsin sen,” diye kestirdi attı. Çok kitap okuduğumu da ben ekledim. Bunlar her şeyi açıklıyordu. Bu yazma çizme işlerine biraz ara verip çocukluğumu yaşamam gerekiyordu.
Doktorlar biz çocukken aşırı rahat kişiler miydi, bize öylesi mi denk gelmişti bilmiyorum. Kardiyolog detayı zaten her şeyi absürtleştiriyor. Belki zaten geçici bir dönemdi… Doktorun o rahat tavrını takiben kısa sürede tüm korkularım geçti. (Bir tek kedi meselesi on yedi yaşıma kadar sürdü. Kedilerle de şimdiki kanka vaziyetimi biliyorsunuzdur.) O tırsak ayların acısını çıkarmak istercesine coştukça coşuyordum. Yatarken evdeki bütün ışıkları kapattırıyordum. Yürürken parmaklarımı çitten geçirmeye gayret ediyordum. Şimdi de bir nevi korku hovardası olmuştum, işi gösterişe dökmüştüm. Neyse, ortasını buldum sonunda.
Denge, denizin ortasındaki bir kaya gibi üstüne oturulan değil, alarm gibi her gün yeniden kurulması gereken bir şeydir. Bunu küçük yaşlarda öğrenmiştim. Ne kadar korkarsan kork, gözün karanlığa mutlaka alıştığını da.
Çocukluk herkes için gündüz mü, şimdi topluca dünyanın gecesine mi geldik bilmiyorum. Çocukluğumuzun hiçbir sıkıntının bütün havayı kaplamayı başaramadığı zamanlarını düşünüyorum. Dünya için çok da uzun sayılmayacak bir zaman diliminde her şeyin bu kadar değişmiş olması saçma geliyor. Sanki birden yönetmen değişmiş. Renkler, atmosfer, açılar, her şey farklı. Bu yenisinin mizah duygusu çok zayıf, gerilimin de suyunu çıkarıyor. Seyircinin ara ara soluklanması gerektiğini unutuyor. Hep karanlık…
Aydın’da, 25 yaşında ataması yapılmadığı için intihar eden Merve Çavdar’ın haberini gördüğüm anda aklıma karanlıktan korktuğum o dönem geldi. Neden, bilmiyorum. Korktuğunu düşündüğüm için sanırım. Önünde uzanan karanlıktan çok korktuğunu. Karanlıkla baş etmenin yollarını bulamadığını. Gamsız bir kardiyologa da rastlamadığını. Onun için hiçbir şeyin hayatın o ele avuca sığmaz absürtlüğünü gösterecek kadar ‘hafif’ olamadığını. Bugünlerde gamsız bir kardiyologun olduğunu da sanmıyorum zaten. Düzenli kahkaha atmayı öğrenmiş gamlı baykuşlar gibiyiz hepimiz. Her şey olması gerektiğinden daha ağır, her belirsizlik daha uzun. Ters gidebilecek her şey daha ters gidiyor.
Bu güzel gülüşlü kızın çok uzun bir tünelden geçtiğini düşündüm. Artık ucunda bir ışık olduğuna inancını yitireceği kadar uzun bir tünelden. Sonunda oradan rahat rahat inebileceğini bilen kimse bir trenden atlamaz.
Merve, ataması yapılmayan sosyal bilimler öğretmeni… Hani artık hayatımızın bir parçası haline gelen, ‘atanamayan’ kısmından gündelik espriler türettiğimiz durum… İşsizlik nedeniyle bir süredir depresyonda olduğu yazıyor haberlerde. Sabah evden 'iş bulmaya gidiyorum' diyerek çıkmış, Aydın İncirliova Güzelçamlı sahiline geldiğinde yanındaki antidepresanların tamamını içerek intihar etmiş. Ölüm yöntemi olarak, ona sunulan çareyi seçmiş.
Merve’nin intiharı Prof Dr. Nabi Avcı’nın sözlerini akla getirdi maalesef. Avcı, Milli Eğitim Bakanı olarak görev yaptığı Şubat 2016’da ataması yapılmayan öğretmenlerin “niyeti olmadığı halde etrafında ilgi uyandırmak veya isteklerinin yerine gelmesini sağlamak amaçlı” intihar ettiğini söylemişti. “Teknik tabiri nedir bilmiyorum ama bunu bile söyleyip söylememekte tereddüt ediyorum, ‘gösterişçi intihar eylemi’ diye bir sendromdan bahsediliyor,” demişti.
Teknik tabiri nedir, ben de bilmiyorum. Yirmi beş yaşında bir insanın ‘gösterişçi intihar eylemi’ gibi bir şeye girişeceğine inanmak gelmiyor elimden. Tüm koşullarına hakim olmasak, detayları bilemesek de hissettiği şey koyu çaresizlik gibi görünüyor. Bilmediğimiz koşullar konusunda atıp tutamayacağımız gibi her şeyi buna da bağlayamayız elbette. Ancak Merve atanamayan öğretmenler içinde intiharı seçen ilk genç de değil maalesef.
2006-2017 arasında atanamayan 40’ın üstünde öğretmen adayının intihar ettiğini söyleyen bir-iki habere rastladım, kesin sayıyı bilmiyorum. Kesin olan, hayatın gencecik insanları birer sayıya indirgeyen korkunçluğu…
Giderek deistleştikleri tartışılan gençlerin giderek yaşama dair tüm inançlarını yitirdiği üstünde durulmuyor. Gelecek kaygısı, işsizlik, umutsuzlukla gözünün ferini erkenden yitirmiş gençler her yerde…
Bu konuda bir şeyler yapılıyor mu peki? Her gün yaşadığımız onlarca durum bunun tam tersini söylerken dün sosyal medyada dolaşan bir sınav sorusu karanlığa bir tutam daha ekledi. Aşağıda gördüğünüz Açıköğretim sınav sorusunun hangi tarihe ait olduğunu bulamadım, yakın dönem gibi görünüyor. Yakın dönem olsa gerek, çünkü hiç akla yakın görünmüyor. Giderek varlığını daha çok kanıksadığımız, artık hepimizi şaşkınlık yorgunu haline getiren karanlık malzemeden yapılmış.
Toplum mühendisliği, eksi 101. O çözüm açıklamasındaki, "kadına yakıştırılan, basmakalıp" ifadesi soruya da konsa, durum biraz kurtarılabilirmiş en azından.
Kadına biçilen rol böyle. Hemşirelik, hasta bakıcılık, ev temizliği kategorileriyle her türlü bakım işi kadına kilitlenirken uygun görülen diğer tek mesleğin yarı zamanlılık/çoluk çocukla iştigal düz mantığıyla mühendislikten daha az karmaşık bir iş zannedilen öğretmenlik oluşu da ayrı bir tatsızlık…
Hem evde hem işte her şeye koşturmaları gerektiği çocukluklarından beri düzenli olarak öğretilen kadınlar, bunu beceriyorlar da üstelik. İşlerinde çok başarılı oldukları gibi, az çok eşit bir bölüşüm olsun ya da olmasın, evle de başa çıkan binlerce kadın mühendis var. Her düzeyde zorluk çıkaran toplumsal cinsiyet eşitsizliğine rağmen yılmıyor kadınlar.
Mühendislik erkek mesleği falan değil. Başka herhangi bir meslek de değil. Bu apaçık görülebilir gerçeğe rağmen, bir sınav sorusunda “mühendislik kadının (ev) işlerini aksatmasına yol açabilecek bir meslek dalıdır,” gibi bir ifadeye yer vermek, hafif tabirle çağ dışı kalıyor. Kadını evde tutmayı teşvik eden diğer tüm durumlarla birlikte değerlendirildiğinde, tesadüfi bir şey, bir soruya mahsus talihsizlik vb. olmadığı da açık.
Kadın evinde otursun, olmadı hasta bakıcı, hemşire olsun deniyor. Bu onurlu meslekler kadına, sabır ve beceriklilikleri nedeniyle değil, kadının görevi olduğuna inanılan hizmetler içerdikleri için uygun görülüyor. Dünyanın en zor işlerinden biri olan öğretmenlikse, çoluk çocukla uğraşsın, eve vakitlice dönsün diye. Müfredatta öğretmenlik destekleniyor. Atanamayan öğretmen çaresizlikten ölümü seçiyor. Tünelin ucunun görünmediği durumlarda karanlık gözü yıldırıyor…
Zehra Çelenk Kimdir?
Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.
Dünyayı değiştirirken kendi yaralarını da sarmak mümkün mü 16 Ekim 2024
Doğumdan ölüme eril tahakküm ve artan şiddet 06 Ekim 2024
Kadınların mutluluğu ve mutsuzluğu 24 Eylül 2024
Melek değil katledilmiş bir kız çocuğu: Narin’e ne oldu? 10 Eylül 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI