Yetim dövmek kolaydır efendiler
Ankara treni, eski Baba, yeni Baba, Eski Meclis, Yeni Meclis, Eski Türkiye, Yeni Türkiye… Evet, evet, şuramda takır tukur bir şeyler… Yetim dövmek kolaydır efendiler! Kelebekler’i seyrettim, bende bir Birhan Keskin izi bıraktı...
Kelebekler filmini seyrettim. Filmi seyretmeye giderken başlamış filmin bendeki hikâyesi; sonra fark ettim. Şimdilerde yavaş yavaş bir rant ağının kıskacına alınmakta olan (muhtemelen durum idrak edildiğinde çok geç kalınmış olunacak) Yüzüncüyıl Mahallesi'nden Bahçeli’ye yürüdüm (Kızılay’a kadar yürümeyi gözüm kesmedi). Büyülü Fener Sineması… Canan burada çalışıyordu eskiden. Arada sırada onu görmeye giderdim. Meşhur 7. Cadde… Buraların müdavimi olan arkadaşlarım vardı okuldan. Bir gün yine Canan’a uğramıştım da caddenin girişinde, üstelik de Burger King’in önünde onlarla karşılaşınca “Vayyy,” demişlerdi, “7. Caddede görüldün artık, bittin sen” diye eğlenmişlerdi. “Ya proleter bir arkadaşım var burada; hem de Varto’ludur” demiştim. Gülmüştük. Sonuçta mekân çok katmanlıdır; mekânı insan için tanımlayan şey, insanın kendisinin referans noktalarıdır. Örneğin benim için 7. Cadde Varto aracılığıyla işaretlenen bir yerdi. Mekânın bu niteliğinin diferansiyel bir nitelik olduğunu ve hafızayla bağını yıllar yıllar sonra Fikri Dayı’dan öğrenecektim. Lefebvre okurdu Fikri Dayı; ara sıra ucundan kıyısından paylaşırdı bir şeyler, ama hiçbir zaman meselenin tam içine girmeme izin vermezdi. Ben de biraz dilbilim, biraz da psikanaliz çalışmış olduğumdan, biçimsel bakımdan özdeş tekrarlar, bunun bir deneyim alanını kurması vs. gibi fikirlerle dâhil olmaya çalışırdım ‘mekân’ın bu diferansiyel niteliğine. Sonra kızardı; püskürtürdü beni. Ben de püskürtülmenin neden olduğu öfkeyle yeniden zorlardım kapıları. Zorladığım her kapı başka bir kapının daha kapanmasına neden olurdu. Yazıklanırdım, açmak istediğim her kapının bir başka kapının kapanmasına neden olmasına. Fikri Dayı kırılırdı bana, ama ben kendi kırgınlığımdan görmezdim onun kırgınlığını.
Sonrasında çok vakit geçirdim 7. Cadde civarında. Milli Kütüphane’nin hemen karşısındaki köşedeki kitap tezgâhım filan… Canan ayarlamıştı onu da. Ne garipti! Oysa herkes gibi ben de yola örneğin bir Foucault, örneğin bir Derrida olmak için çıkmıştım. Aslında çok zeki olduğumdan değil, elimden başkaca pek bir şey gelmediğinden… Neyse, yine de ucundan kıyısından da olsa kâğıtlarla, mürekkeple haft û heşt oluyordum sonuçta. Bazen birbirlerine ya da bana ne kadar bilgili, ne kadar zeki olduğunu göstermeye çalışan müşterilerim olurdu. Ah, her şey performatif, bilme edimi de öyle. Soyut-somut bir mekânda gezinmek değil de mekânı kendi kişisel hikâyesine kayıtlı kılmak; içinde yaşadığı uzamın bir parçası olduğu hissiyle değil de kendi kişisel tarihinin deposu haline getirerek mekânı gasp etmek, fethetmek… “Düşünmek, modern insanın kendi benliği karşısında coşmak için seçtiği yollardan biri haline geldi” diyecekti Levi-Strauss. Evet, bunu bana tam olarak Büyülü Fener Sineması'nın, Canan’ın çalıştığı yerin önünde söyledi. Ne hüzünlü bir dönüştü o sokaktan 7. Cadde'ye…
“Şuram ağrıyormuş. Doğduğumdan beri varmış bu ağrı; ondan hiç bilememişim şuramın ağrıdığını” diyor Suzan. İnsanın ‘şurasını’ fark ettiği bir an oluyor galiba. “Mesela insanın kolu ağrır; bilir ki ağrı kolundadır. Başı ağrır, bilir ki ağrı başındadır. Ama ağrı var; yeri yok. Bu nasıl iştir Dede Sultanım?” demiştim bir keresinde. “Bir ağrıtan vardır” demişti Dede Sultanım. Uğur’un babasının kitap tezgâhına giderken, eski Meclis’in önünden Ulus Meydanı'na doğru çıkan hafif yokuşta söyledi bunu; kulağıma fısıldayarak. Tam eski Meclis’in önünde söyledi bunu. O zaman idrak etmiştim ağrıtan karşısında insanın hissettiği suçluluk duygusunu. Birinin ağrıttığını düşünmekten kaçıyor insan çoğunlukla; suçu kendinde arıyor. Belki sevdiğinden, sevdiği birine konduramadığından, belki de onun tarafından gerçek bir sevgiyle sevilmek istediğinden… Ama köklü bir yanlış var burada, köklü bir adaletsizlik var.
Herkes gibi ben de yola örneğin bir Foucault, örneğin bir Derrida olabilmek için çıktım. Oğuz Atay okuyup da Mem’e “Ben senin bilinçaltı ormanlarının tarzanıyım olm” diye takıldığım günler düşüyor aklıma. “Okuma olm şu Freud’u. Uyurken bağırıyorsun” diyor Mem. “Ben beni bildim bileli bağırıyorum Mem” diyorum, “Hayır, bağırmıyorum, inliyorum aslında” (Kieslowski Dekalog 7’yi boşuna çekmedi herhalde? “İçerde tıkanan çığlık dışarda inliyor / Sabaha karşı” diyordu Birhan Keskin de). “Hay senin Freud’una!” diyor Mem. Bir hayli toyuz daha; Selimcilik (Işık) oynuyoruz. Hazır ihraçlar filan, Mem’i yeniden bulsam da bir dükkân açsak: Çıkaramadığınız Sesler İtinayla Çıkarılır Kumpanyası! Bir de uyarıcı not yazardık: “Sesi biz çıkarsak dahi, sesin sahibi olduğunuzu unutmayınız. Çıkan nahoş seslerden müessesemizi sorumlu tutmayınız!”
‘Şuradaki’ ağrıyla başa çıkmanın tek yolu bir tür ‘kara’ mizah sanıyorum. Çünkü o mucize asla gerçekleşmiyor; bir gün bir kitap okuyoruz da hayatımız değişiyor gibi bir dünya yok. Kendi hakikatimiz hep oralarda bir yerdeymiş de bir şey, bir mucize gerçekleşecekmiş ve biz kendi hakikatimizi bütün açıklığıyla kavrayacakmışız gibi gizli bir beklentimiz var hayattan, amenna; fakat işte yok öyle bir şey. Kör çobanın sürprizi var.
Bunun mizahsız versiyonu ise bana kalırsa Barış Bıçakçı’nın romanından uyarlanan Bizim Büyük Çaresizliğimiz filmindeki meyhane sahnesi… Taner Birsel’in, ustalıklı demeyeceğim, bilgelik dolu oyunculuğuyla can verdiği Murat’ın sözleri: “Şimdi gülüyoruz ama o zamanlar ‘Hata yaptım, beceremedim’ duygusu… Çok kötüydü ya… Aslında bir hata varsa o da neydi biliyor musunuz? Hata, bu kadar ağır bir şeyin altından kalkabileceğini düşünmek... Yani anneni babanı kaybetmişsin, daha çocuksun. Bakıyorsun, aaa yaşıyorum diyorsun. Demek ki kaldırabiliyorum. Ayaktayım. Bir işim var. Çetin iyi kötü okuyor. Bir felaket bekliyordum, olmadı diyorsun. Oh! Oysa… Zamanla oluyor ne oluyorsa yav.. Sen fark etmeden, sen anlamadan. Çetin şimdiki Çetin oluyor mesela, ben de böyle bir Murat… Yani Böyle… Ağır bir yükün altına girdiği için kaskatı kesilmiş… İçimde böyle katı, takır tukur bir şeyler var ya…”
David Hume, nerede olduğunu hatırlayamadığım bir yerde, “İnsanın coşkun koşulardan eli boş dönmekte olduğunu idrak ettiği bir çağı vardır” diyordu. Murat’ın deyişiyle, zamanla olan bir şey… Elinin boş olduğunu fark ettiği zaman fark ettiği boşluğu belki insanın. Bazen bütün ömürlerimizin aslında hep orada duran, fark etmediğimiz o takır tukurluğa geliştirdiğimiz yanıtlardan ibaret olduğunu düşünmekten alıkoyamıyorum kendimi. Diyarbakırlı Hacı Efdâl Efendi’nin Yaş Destanı’nda söylediği gibi biraz: “Yirmi beşten sonra, bıyık burulur / Otuzunda, akan sular durulur / Otuz beşte hep günahları sorulur / Yalana karışmış irfana benzer.” Efdâl Efendi insanın kendi günahlarına ağladığı yaşı da kırk beş olarak işaretlemiş; bence çağımız açısından bir hayli iyimserlik olur bu. 70’inde bile yalanla karışık dahi olsa irfan bulamamışların ne kadar çok olduğunu hepimiz biliyoruz. Ama kendi adıma konuşursam, yalanla karışık bir irfandır biraz da yaşadığımız. Dede Sultanım irfan fısıldar kulağıma, ben de onu insanın yalanlı dolanlı dünyasına katar çatarım.
Eski Meclis, Yeni Meclis, tren garı, 7. Cadde, Cebeci gettosu, Mülkiye, Siyasal… Boru değil, beş parasız kalıp Bahçeli’den Tuzluçayır’a yürümüşlüğüm var. Dinçer (Demirkent) anlatmıştı, Cemal Süreya Cebeci kampüsünden Kızılay’a yürüyüşleri sırasında okumuş şu kalın, hacimli kitaplardan birini (hatırlayamadım şimdi hangi kitap olduğunu). “En iyi kalpli üvey ana” der Cemal Süreya Ankara için. Bir gün hocam Ayhan Yalçınkaya’ya söylemiştim bunu: “Öz anne doğum sırasında ölmüşse demek” demişti. Cemal Süreya Dersimli. Ben bunu bu kadar içeriden anlamasına şaşkınlık duymuştum. Fırat’tan itibaren benim gibi çocukları kendi ölümü pahasına doğuran bir Yer Ana uzanır. Anamız atamız biliriz de sarılsak hep kanlı gövdesi karşılar bizleri. Öz anne şimdilerde yine büyük bir doğum sancısı çekiyor; belki bu defa bizleri ölü doğurur da kendisi yaşar. Hem Cemal Süreya da demiyor muydu “Annem çok küçükken öldü / beni öp, sonra doğur beni.” Dünya, dünya olalı böyle yetimlik görmemiştir belki de.
Yetim filan demişken… Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli’nde, kendisine çeşitli rol modelleri (bir baba figürü) arayan Zebercet’in intihar ettiği günün 10 Kasım’a denk gelmesi kaç kişinin dikkatini çekmiştir? Ben fark etmemiştim bunu; Savaş (Ergül) söylemişti. En son en azından ölümüyle mi bir deftere kaydolmak istemektedir, Kurtuluş Savaşı'na katılmamış, Ankara treninin gecikmeli geldiği bir kasabanın Zebercet’i?
Ankara treni, eski Baba, yeni Baba, Eski Meclis, Yeni Meclis, Eski Türkiye, Yeni Türkiye… Evet, evet, şuramda takır tukur bir şeyler… Yetim dövmek kolaydır efendiler! Kelebekler’i seyrettim, bende bir Birhan Keskin izi bıraktı: “bilemem, belki bu yüzden / ben sana yanlış bir yerden edilmiş / bir büyük yemin gibiydim / beni hep aynı yerimden yaralayan o eve / yine de döneyim döneyim istedim.” Çünkü en iyi kalpli üvey ana da olsa Ankara, insan hep yuvaya dönmek ister.