Belleği şiddet inşa eder
Şiddet yoluyla insanların zihninde açılan yaralar, sanki bir tür zihinsel mutasyona yol açıyor ve sonraki kuşaklara devrediliyor. İnsan bellekleri, doğrudan kendilerinin deneyimlemediği, aktarılan bir şiddetin bıraktığı sızıyla şekilleniyor.
Türkiye’de bir süredir sorulmaya başlanan bir soru var. Her soruda bulunan cinsten bir tutam merak, kaynaktaki endişeyi gizlemeye yetmiyor. Çoğu kişinin paylaştığı endişe şurada açıkça ortaya çıkıyor: “Bizi bir arada tutan şey nedir?” Sorunun yarattığı stres toplumun bedenine musallat oluyor. Özel sohbetlerde veya dost ortamlarında dile getirilen fikirler, önce mesaj listelerinde semirtiliyor, sonra sosyal medya hesaplarında metastaz yapıyor. Muarızının ölülerini ıslıklayan, cenazelerine hakaret eden, “hain şehirlerin” depremle yıkılmasına sevinen insanların sesi bu alanda artık ziyadesiyle gür çıkıyor. Ülke insanının bu hali bir gecede peyda olmadı. Bu durum yasta ve sevinçte ortaklaşamayan insanlardan oluşan bir hınç topluluğu olmanın doğal sonucu. Anlayacağınız duyulan endişe son derece derin ve sorunun dayandığı merak ziyadesiyle sahici. Çünkü tüm yaşananlara rağmen, hâlâ bir toplum içinde bütünleşebilmiş olmamızın yarattığı şaşkınlık sorgulamaya yöneltiyor.
Kanımca bu soruyu soracak duruma gelmemizde 90’lı yıllardaki ihlal uygulamalarının etkisi inkar edilemez. Milyonlarca farklı insan davranışını güdüleyen etmenler arasında göze batanlar da az çok belli. Mesela zorla göç ettirilen yüz binlerin şehirlere doluşmasının yarattığı yeni siyasi sorunlar ve çatışma dinamikleri ilk akla gelen şey oluyor. Gazi olayları ve Madımak katliamının dayandığı tarihsel çatışma dinamiğini de bu öğeler arasında saymak gerek. Hepsi bir arada değerlendirildiğinde, o dönemki hak ihlallerinin bugün sorulan soruyla olan bağı biraz daha net bir şekilde görülebiliyor. 80’lerde uygulamaya konan ihlal rejiminin bakiyesi, bu dönemin ağır insan hakları ihlalleriyle üst üste binerek, günümüz bireylerinin tutum ve davranışlarını şekillendiren hınç ekonomisini yaratmıştır. İhlal rejiminin ikinci evresinin yarattığı hınç birikiminin anlaşılması bu yüzden büyük bir önem taşımaktadır.
90’lı yıllarda uygulanan temel siyasal şiddet formunu yaşam hakkı ihlalleri oluşturur. Toplumun muhalif kesimlerini hedef alan yaşam hakkı ihlalleri çeşitli biçimlerde ortaya çıkabiliyordu. O zamanlar “gözaltında kayıp” olarak adlandırılan zorla kaybetmeler, faili meçhuller, yargısız infazlar ve toplu mezarlar ihlal uygulamasının farklı biçimleri arasında sayılabilir. Gazi mahallesine yönelik saldırıda ve Sivas katliamında kitle kırımına yönelen linç güruhlarının kök örneklerini görüyoruz. Linç uygulamaları sonradan otel kuşatma, inşaatlara veya işçi çadırlarına saldırma ve otobüs çevirme gibi eylemlerle yaygınlaşmaya başladı. Sayılan ihlaller farklı hedeflere ve motivasyonlara sahip olsa da, temelde insan yaşamını hedef almaları bakımından ortak bir zeminde birleşir. Bu yüzden dönemin tipik ihlal hedefini yaşam hakkının gasbına yönelen şiddet davranışında görüyoruz.
Hayatını kaybeden insanların sayısına dair değişik kaynaklardan elde edilen farklı rakamlar var. Bir kısmı ihlallerin doğasından, diğer kısmı bilgi toplama yöntemlerindeki farklılıklardan kaynaklanan sorunlar bu rakamları kesinleştirebilmemizin önüne güçlükler çıkarıyor. Bu alandaki verilerin son derece dinamik yapıda ve tartışmalı olmasının nedeni bu olsa gerek. 90’lardaki yaşam hakkı ihlalleri hususunda nispeten çalışılmış iki alanı, zorla kayıplar ve toplu mezar meselesini fikir vermesi için zikredebiliriz. Zaman içinde güncellenen ve değişken bir yapı arz eden bu veriler, olayların korkutucu boyutlara vardığını gösteriyor. İnsan Hakları Derneği (İHD), Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV), Tutuklu ve Hükümlü Aileleri Yardımlaşma Derneği (TAYAD), Yakınlarını Kaybeden Ailelerle Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği (YAKAY DER) gibi oluşumların yaptığı çalışmalar bu alandaki temel başvuru kaynağımızı oluşturuyor. Hakikat Adalet Hafıza Merkezi ve Diyarbakır Barosu gibi bazı yerel baroların çalışmalarını da bu kaynaklar arasında değerlendirmek gerek.
Zorla kaybetme, insanları devlet görevlileri veya devletçe yetkilendirilen kişiler aracılığıyla kaybederek hukukun koruması dışına çıkarmayı anlatıyor. İHD tarafından 2003 yılında yayımlanan “Kayıpları Unutmadık” başlıklı çalışmada Türkiye’de, o ana kadar, toplam 840 kişinin zorla kaybedildiğinin bilgisine ulaşıyoruz. Hafıza Merkezi’nin bu konuda yaptığı çalışmalardaysa bu rakam bin 352 olarak bildirilmiş. Buna göre en fazla kayıp 532 sayısıyla 1994 yılında gerçekleşmiş. 2002 sonrasında kayıp rakamlarında çarpıcı bir düşüş gözlemleniyor. Rakamlar özellikle 1991-2002 döneminde gerçekleşen kayıplar üzerinde titiz bir analiz yapmanın gerekliliğini ortaya koyuyor. Zira zorla kaybetme uygulaması “sistematik veya yaygın” bir hal aldığında insanlığa karşı suç kapsamında değerlendiriliyor. Türkiye’deki uygulamanın, yaygınlık ölçütü açısından Latin Amerika’daki emsallerinin gerisinde kaldığı açık. Ancak sistematik olarak belli grupların hedef alındığı, kayıpların demografik özelliklerinden yola çıkarak net bir şekilde ortaya konabilir. Bu da ihlal rejiminin 12 Eylül’den bu yana insanlığa karşı işlediği diğer suçları ortaya çıkarmak açısından büyük önem taşıyor.
Toplu mezarlarsa meselenin bir başka boyutunu oluşturuyor. Toplu mezar, hukuk dışı yollardan gerçekleşen infazlarda öldürülmüş birden fazla kişinin gömüldüğü herhangi bir yer olarak tarif edilebilir. Burada bir yandan hukuka aykırı uygulamaların üstünü örtmek, diğer yandan muhalefeti sindirmek amacıyla infaz edilen şahıslara yönelik ağır insan hakları ihlallerini gizlemek amacıyla oluşturulmuş alanlar söz konusudur. İHD’nin Diyarbakır Şubesi tarafından 2011 yılında yayımlanan bir çalışmada bu konuya dair önemli veriler bulunuyor. Buna göre 15 ilde toplam 113 toplu mezar mevcut. Bu mezarlarda gömülü olan insan sayısınınsa bin 538 olduğu düşünülüyor. Toplu mezarların bulunduğu iller 1987-2002 döneminde olağanüstü hal ile idare edilmiş ve “bölge valiliği” adıyla bilinen özel bir yönetim usulüne tabi tutulmuştu. Bu listelerdeki insanların 572’si 1993-1996 döneminde toplu mezarlara gömülmüş. Yani uygulama esasen olağanüstü hal yönetiminin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır.
80’lerde yaşam hakkına yönelen şiddetin sembolü idam cezasıydı. Elbette idam edilen insanların sayısına kıyasla çok daha fazla sayıda kişi asayiş veya huzur operasyonlarında veya cezaevlerinde uygulanan şiddet aracılığıyla öldürülmüştü. Lakin tüm bu uygulamalar, esasen devlet görevlisi olduğu açık olan kişilerce, devletin gücünü göstermek amacıyla gerçekleştiriliyordu. Ölümler, iyi kötü bir hukuk kisvesine büründürülüyor, bunun başarılamadığı durumlardaysa münferit olduğu iddiasıyla geçiştiriliyordu. İdam cezasının sembolik önemi, devletin hukuk yoluyla can alma yetkisinin etkin bir uygulaması olmasıyla ilgilidir. 90’lardaki ihlaller bu bakımdan önemli bir dönüşümün işareti olmuştur. İdam cezalarının uygulanması askıya alınmış, bunun yerine yaşam hakkı ihlalleri adeta “fiili idam cezası” olarak uygulamaya konmuştur. Devletin can alma hakkının kullanımı yoluyla en üst düzeyde tesis edilen kanun ve düzen rejiminin yerini, kanunsuz ve sınırsız bir şiddet uygulamasının yarattığı dehşet rejimi almıştı.
Dehşetin insan üzerindeki etkisi, bizi zihninin yapısı ve dönüşümü üzerine de düşünmeye sevk ediyor. Şiddet yoluyla insanların zihninde açılan yaralar, sanki bir tür zihinsel mutasyona yol açıyor ve sonraki kuşaklara devrediliyor. İnsan bellekleri, doğrudan kendilerinin deneyimlemediği, aktarılan bir şiddetin bıraktığı sızıyla şekilleniyor. İnsan haklarının görüş açısından, “sonradan bellek” (post-memory) diyebileceğimiz bu hafıza edinme biçimi, evrim kuramcılarının “kazanılmış özelliklerin aktarılması” için öngördükleri koşul ve sürelere neredeyse meydan okuyor. Nasıl mı? Bunun kısmi bir yanıtını, yıllarca beklediği adalete kavuşamadan gözlerini yuman Berfo Ana’nın hayat hikayesinden alabiliyoruz. Berfo Ana’nın oğlu, Cemil Kırbayır 12 Eylül sırasında sorgulanma gerekçesiyle evinden alınmış ve bir daha dönmemişti. Berfo Ana da belki bir gün oğlu döner umuduyla kapısını hep açık bırakmıştı. Öyle görülüyor ki bu kapı hep açık kalacak ve bu kapıdan geçen tüm çocuklar onun zorla kaybedilmiş evladının maruz kaldığı şiddetin sızısını iliklerine kadar hissedecekler.
“Bizi bir arada tutan şey nedir?” sorusunu sorduran, yaşanan bu dehşetin sızısının ihlalcilerin hıncıyla karşılaştığı yerde duyduğumuz endişedir. Soru yaşamsal önemde ve salt teorik mülahazaların çok ötesindedir. Bununla birlikte, siyasal düşünce geleneğinde sorulan temel bir soruyla aynı aileden gelmesi de ziyadesiyle dikkat çekicidir: İnsanları ortak yaşamaya yönelten şey nedir? Bu, kimine göre güvenlik, kimine göre özgürlük veya refah arayışıdır. Peki bir arada yaşamazsak ne olacak? Güvenlik bireyin güvenliği, özgürlük bireyin özgürlüğü olduğuna göre, her birey kendi doğasınca güdülendiği bir durum içine girecek. Sonrasıysa bireyleri belirleyen insan doğasından ne anlaşıldığına bağlı olarak gelişecektir. Eğer siz de Hobbes gibi “İnsan insanın kurdudur.” diye düşünüyorsanız, herkesin dehşetli bir ölüm korkusu içinde yaşadığı yaygın ve sürekli bir savaş ortamı beklentisi içine girmek haklı olacaktır.
Elbette bu tarz bir “doğa durumu” bir mantıksal tasarım veya düşünce deneyinden ibaret. Tasarımsa belli varsayımlara ve özcü bir insan anlayışına dayalı olarak geliştirilmiş. Tarihin hiçbir aşamasında, insanlığın bu deneyde olduğu gibi, herkesin herkesle savaştığı bir aşamaya gelmemiş olması da bunu doğruluyor. Lakin modern dünyada buna yakın olduğunu söyleyebileceğimiz iki deneyim, bizim için uyarıcı olmalıdır. Evet, burada Lübnan ve Yugoslavya tecrübelerine dikkatinizi çekmek istiyorum. Devlet çözülünce, her iki toplum da bir tür doğa durumuna, yani iç savaş haline girmişti. Ancak bu savaş, öyle ileri sürüldüğü gibi, her bireyin bir diğerine düşman olduğu bir dünya ortaya çıkarmamıştı. Bireyler, kendilerince “doğal” ve “açık” kabul edilen grup aidiyetlerinin çizdiği sınırların gerisine çekilmiş ve asıl çatışma bu gruplar arasında cereyan etmişti. Beyrut ve Bosna’da yaşananlar bu durumun somut kanıtı olarak görülmelidir.
Alevi mahallelerinde üzerine çarpı işareti konan evlerin, inşaatlarda kıstırılan Kürt işçilerin, sokaklarda taş atan çocukların sonradan belleğinde kazılı olan endişeyi buradan yola çıkarak anlamalıyız. İşte 90’larda yer değiştiren Kürt sorunuyla beraber Türkiye’de insan hakları sorununun yerleştiği düzey de en çok burada belirginlik kazanmaktadır. Şiddet, insanların “doğal” ve “açık” bir şekilde ait olduğu düşünülen grup bağları üzerinden üretiliyor, kullanılıyor ve yayılıyor. Halbuki bu bağlar ne düşünüldüğü kadar doğal ne de sanıldığı kadar kapsayıcı. Buna karşın, hak savunusunun şiddeti karşılaması gereken yer, ister istemez bu düzeyde belirleniyor. Çünkü şiddet döngüsü, tek başına sonuçlarıyla ilgilenildiğinde dışına çıkabileceğiniz bir şey değil. Sadece ihlallerin membasına inildiğinde bir arada onurlu bir şekilde yaşamanın olanaklarını inşa edebilirsiniz.
Ahmet Murat Aytaç Kimdir?
Ailenin Serencamı: Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşumu (2007), Kitlelerin Ruhu: Siyasi ve Sosyal Tahayyüle Kalabalıklar (2012) adlı eserleri kaleme aldı. Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Kıyılarında (2014) adlı eserin editörlerinden biridir. Şubat 2017'de yayımlanan KHK ile ihraç edilinceye kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yardımcı Doçent ünvanıyla çalıştı. Temel ilgi alanları insan hakları felsefesi, siyasal düşünceler tarihi ve siyaset kuramı, radikal demokrasi gibi konulardan oluşmaktadır.
Bugüne kadar Türkiye'nin hiç gerçek anayasası olmadı ki 13 Şubat 2021
Her eylemci gerçek provokasyonu tanır 06 Şubat 2021
Kayıplar bir geri dönüş işareti mi? 30 Ocak 2021
Siyaset, suçu 'nezihleştirir' mi? 23 Ocak 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI