YAZARLAR

Suriye artık tam anlamıyla iç mesele

Suriye ve Suriyeliler “meselesi” Türkiye için artık iç mesele ise, Türkiye’de siyaset yapan herkes de bu mesele üzerine düşünme, politika ve tavır geliştirme mecburiyetinde. “Suriyelileri gönderelim” filan gibi, yükü üzerimizden bir an önce atma temennisine ve yanılsamasına dayanan ucuz sloganların devri çoktan geçti. Korkarım yalnız “savaşa hayır”larla, “kahrolsun emperyalizm”le idare edilebilecek zamanda da değiliz.

Suriye’den söz edeceğiz.

Evet, biliyorum, memleketimizde köşe yazarı denen özel bilge türünün en mühim işlevi, siyasete yön verebilecekmiş gibi yapmak, aslında ne yapacağına bambaşka ölçütlere göre karar verecek kimselerin duymak istediklerini dile getirerek tezahürat toplamak, tekrarlamaktan bıkmadığı içeriğin her yeni duruma göre yeni kılıf takılmış hali olan temennilerini duyumlara dayalı öngörü sûretinde ortaya sürmek. Dolayısıyla bendenizin de doğum anında hileye bulanan 24 Haziran “süreci”ne dair türlü ahkâm kesmem kaçınılmaz, kesmesem olmaz, olamaz.

Bunu erteliyorum. Herkes şöyle kendini eksenlere merkezlere oturtup oturtup kurtlarını döksün, iş yarın sabah somut olarak ne yapılması gerektiğine geldiğinde konuşuruz. Belki.

Suriye’ye dönelim. Zira gözüken o ki: (1) “Suriye meselesi” öyle üç-beş yılda halledilip bölgede savaş kargaşası yerini eskisine benzer bir istikrar ortamına bırakmayacak; (2) “mesele”, Türkiye’nin doğrudan doğruya katılacağı, mâruz kalacağı, pek çok yönden etkileneceği bir acil durumlar, felaketler, gerilimler, çözülemeyen sorunlar yumağı olacak; (3) Türkiye’de siyaset yapan/yapacak herkesin bir “Suriye meselesi” yaklaşımı, politikası, tavrı olmak zorunda ve bu giderek, Türkiye’nin herhangi bir sorunu kadar yerleşik, yapısal hale gelecek, “dış politika” konusu olmaktan çıkacak; (4) “mesele”nin dış politika boyutu da, siyasî-diplomatik bir alan üzerinde takım elbiselerle geliş gidişlere ve toplantı salonlarında pazarlıklara dayalı bir manzara arz etmeyecek, daha çok, bir devlet tarafından kısmen kontrol edilebilen binlerce silahlı savaşçının başka devlet topraklarındaki varlığının yaratacağı kanlı-canlı hadiselerle dolu olacak.

Bunları açmaya çalışayım.

1. Gerilim sürecek, eller tetikte kalacak

Suriye Arap Cumhuriyeti olarak varolagelen ülke artık bilinen sınırlarına, nüfus yapısına ve devlet-toplum ilişkisine sahip değil. Muktedirlerin konumunu -görünür gelecekte- sürdürmesi aşağı yukarı garantilendi. İkilem gibi görünebilir, ama rejim ülkenin giderek daha büyük bölümünü silahlı muhaliflerden temizledikçe ve kendini sağlama aldıkça Beşar Esad ismi giderek simgeselleşecek ve bizzat rejimin üst kademesince daha rahat gözden çıkarılabilir olacak. Bu, rejimin şimdilik sağlayabileceği sınırlı uzlaşmanın daha geniş çembere yayılması ve sağlamlaşması anlamına gelecek. Böyle olacak, demek istemiyorum. Buna kapı açılabilir, demeye çalışıyorum. Öyle bir an gelebilir ki, hâlihazırdaki rejim veya başlıca destekçisi, “garantörü” Rusya, yalnız baştaki tek adamı değiştirmekle bir sürü ilave avantaj elde ederek varlığını sürdürebileceğini görebilir. Sakın kimse çıkıp Ortadoğu’da vefadan, bağlılıktan şundan bundan söz etmesin. Velhâsıl, Şam rejimi artık Suriye’nin yakın gelecekte de Suriye olarak nitelendirilecek kısmının hakimidir.

Buna karşılık ülkenin koskoca kısmının hakimi değil ve olması da kolay değil. PYD’nin doğrudan veya Suriye Demokratik Güçleri (SDG) koalisyonu içerisinde yönettiği kısmı Suriye devlet bütünlüğüne katmak, bir şekilde mümkün olabilirdi. Böyle bir anlaşmaya iki taraf da mecbur aslında. Ancak SDG’nin, hem Şam’la kendi açısından kabul edilebilir uzlaşmaya varması hem de ABD ile müttefikliği aynen bugünkü gibi sürdürmesi imkânsız. Aynı şekilde, Şam’ın da, topraklarının petrollü doğalgazlı dörtte birini elde tutmaya kararlı gözüken ABD orada öyle dururken PYD ile yerel yönetimi şunu bunu görüşmesi mânâsız.

SDG tek başına olsa, ancak başka her yeri temizledikten sonra onun denetimindeki topraklara harekâta başlayabilecek ordusunun yorgunluğunu hesaba katarak, yakın gelecek için en azından Kürtlerden yana rahat edebileceği bir durumu tercih ederek ve elbette Rusya’nın da zorlamasıyla, Şam yönetimi, özerklikli, belki federatif unsurlar taşıyan bir çözüme razı olabilirdi. Ancak şimdi esas muhatap ABD.

Trump gitse bile, Washington’ın bir süre bir “İran meselesi” pompalamaya kararlı olduğu anlaşılıyor. Suriye’de kalış doğrudan bununla ilişkilendiriliyor. Aynı zamanda Rusya’nın etki alanını sınırlama ve Şampiyonlar Ligi’ne çıkmaya çabalayan bu devlete yerinin UEFA Ligi olduğunu bildirme politikasının ürünü bu. ABD Suriye’de fiilen işgalci. Gerekçesi: DAİŞ’le mücadele. (Bu arada DAİŞ yeniden canlanma belirtileri gösteriyor.) Şam ve Moskova -ve tabiî Tahran-, Washington’ın Suriye topraklarındaki askerî varlığına ve kendine tanıdığı hava akınları yapma hakkına son vermesini talep ediyorlar, bunu artan bir vurguyla yapacaklar. ABD çıkmayacak. Görüşmeler görüşmeler… Arada karşılıklı posta koymalar, tehditler, tükenmeyen gerilim, bazen çatışmalar görülecek. Birleşmiş Milletler toplantıları, Cenevre’ler, Astana’lar, Soçi’ler birbirini izleyecek. Seneler sürecek bir uluslararası kriz için her şey hazır.

2. Suriyeli mültecilerin çoğu gitmeyecek

Halen Türkiye’de üç buçuk milyondan fazla Suriyeli mülteci yaşıyor. Bu insanlara mülteci statüsü tanınmasa da, kimisi burayı sıçrama tahtası görüyor ve ilk fırsatta gidecek olsa da, kimi şans doğarsa ülkesine dönecek olsa da, belli ki kalacak olanlar çok daha fazla ve bu ülkenin artık bir “eski Suriyeli” veya “Suriye kökenli” nüfusu olacak. Bunun şimdilik iki buçuk milyon kişiden az olmayacağı kestirilebilir.

Ankara, Suriye politikasının pek çok adımını, Suriyeli mültecileri güvenli şekilde geri gönderebilme bahanesine dayandırıyor. Bunun yüzde doksanı palavradır. Öncelikle, devleti yönetenlerin esas hesapları bu hedefe yönelik yapılmadığı için. Hesaplar toprak ele geçirmeye kadar uzanan “fetih” balonlarıyla Osmanlı ruhu canlandırma ve “yerli-millî” seferberlik oyunlarına göre yapılıyor. Ve esas olarak her şey içerideki iktidarı korumaya, devlet-toplum ilişkisini bir tür fütühat organizasyonu zorlayıcılığı içerisinde gönüllü, coşkulu bir tâbiyete dönüştürmeye yönelik.

Bunu şimdilik kenara koyalım. İlgili herkes biliyor ki, Türkiye-Suriye sınırından Kürtleri sürüp atıp yerlerine Ankara’ya sadık unsurları geçirerek bir nüfuz bölgesi yaratma planı çerçevesinde ülkesine dönmesi sağlanacak mülteci sayısı, hâlihazırda burada yerleşmeye, iş kurmaya, çocuklarını okula göndermeye koyulmuş olanların pek azı olacak.

Ve Ankara, bu insanların, Suriye’nin dört yanından ülkenin kuzeyine, TSK’nın denetleyebildiği yörelere göçmek zorunda kalmış -zira alternatifleri Rusya uçaklarınca imha edilmekti- silahlı örgütlerin buyruğu altında yaşamaya koşacağına bizi inandırmaya çalışıyor. Türkiye’nin nüfuz bölgesi olarak tasarladığı, en batıda İdlib-Lazkiye sınırından (Cisr el-Şuğur’un az ötesi) Fırat nehrine ve Menbic’e kadar uzanan söz konusu nüfuz bölgesinde nasıl bir düzen hüküm sürecek ki, her şeylerini geride bırakıp türlü tehlikeyi göze alarak yurtlarından kaçmış insanlar koşa koşa buraya “dönecek”? Üstelik, oralardan gelmediler ki oralara “dönsünler”!? Suriye’nin bambaşka yerlerinden geldiler.

Bunların üzerine eklenmesi gereken çok önemli bir gelişme var. Esad yönetiminin attığı bir adım, Türkiye ve başka yerlerdeki, hattâ Suriye içinde başka bölgeye göçmüş insanların geleceğini kesin ve acımasız şekilde belirleyecek. Yeni bir yasal düzenlemeye göre, herkes Mayıs’ın ortasına kadar malının mülkünün sahipliğini belgelemek zorunda. Tabiî bunun için resmî makamlarla ilişkiye geçmek, Muhaberat denetiminden kazasız belasız kurtulmak ve, yurtdışındaki beş buçuk milyonu aşkın insan için en önemlisi, her türlü tehlikeyi göze alıp ülkeye dönmek gerekiyor. Yurt dışındaki mültecilerin yalnız yüzde dokuzunun, geride bıraktıkları mülkleriyle ilişkileri sürüyor. Yurt içinde evini barkını terk etmek zorunda kalmış altı milyon insan rejimin gözünde doğrudan doğruya suçlu, değilse şüpheli konumunda. Eline silah almamış olanın da söz konusu başvuruyu ve işlemleri yapması zor. Üstelik evlerin, mahallelerin epeyce kısmı yıkık. Yasanın Suriye içerisinde nüfus kaydırma ve mülkiyete el değiştirtme sonuçlarını yaratacağı açık. Bunu da şimdilik kenara koyalım. Buradaki konumuz açısından yaratacağı sonuç belli: Günün birinde dönebileceğini hayal edenlerin büyük kısmı da bulundukları yerde yerleşip gelecek kurmaya çalışacak. Diyelim üç milyonu için bu yer Türkiye.

Yasal düzenleme ve muhtemel sonuçları konusu çok bariz bir örnek: Artık orada olan/olmayan her şey burada karşılığını bulacak.

3. “Suriye politikası” artık iç siyaset işi

Bu aktardıklarım ışığında aşikârdır ki, Suriye ve Suriyeliler “meselesi” Türkiye için artık iç mesele ise, Türkiye’de siyaset yapan herkes de bu mesele üzerine düşünme, politika ve tavır geliştirme mecburiyetinde. “Suriyelileri gönderelim” filan gibi, yükü üzerimizden bir an önce atma temennisine ve yanılsamasına dayanan ucuz sloganların devri çoktan geçti. Korkarım yalnız “savaşa hayır”larla, “kahrolsun emperyalizm”le idare edilebilecek zamanda da değiliz.

Konunun başlığı, Türkiye’deki müstakbel “Suriye kökenli yurttaşlar” sorunudur. Şimdi burada uzatmayayım, zaten uzatamam, zira oturulup uzun uzun kafa yorulması, konferanslar düzenlenmesi, politika ve program tartışmaları yapılması gereken bir aslî konudur artık bu. Sadece, bilhassa hak-hukuk adalet mücadelesi verenler için özel bir ırkçılıkla mücadele alanının doğduğuna işaret edeyim.

4. Dış politika faslı da kravatlı değil silahlı olacak

Yıllarca süreceğini öngörebildiğimiz “Suriye meselesi”nin, özellikle Ankara’nın katkılarıyla büründüğü şekil, kısa vadede siyasî-diplomatik çalışmalarla sonuç almayı imkânsız kıldı. Ankara, Fırat’a kadar sınır boyunca TSK denetiminde bir nüfuz bölgesi oluşturma peşinde. Valiler, kaymakamlar atanıyor, okullarda çocuklar Türk bayraklarıyla gösteriler yapıyor, ÖSO’nun kullandığı yeşil şeritli bayrağı bir tarafına, Türk bayrağını öbür tarafına yerleştirip sokak levhaları yapılıyor, asılıyor.

Ve fakat bu potansiyel nüfuz bölgesinde birçok cihatçı silahlı örgüt, şimdilik sınırlı bazı yerlerde tek potada erirmiş gibi görünmeye razı gelse de, ideolojisini, örgüt bağlarını, savaş hatıralarını, alınmamış öçlerin hırslarını koruyarak, yabancı bir ordunun otoritesine tâbi kılmak zorunda kaldıkları militan ruhlarını doğan fırsatların yarattığı çete heveslerine dönüştürerek, çok büyük ihtimalle, “günlerini” bekliyorlar.

Türkiye’nin esas büyük hamleyi yaparak nüfuz bölgesine katması beklenen Batı İdlib’te ise, Taliban’a, El-Kaide merkezine biatlı binlerce Uygur, Özbek savaşçısıyla eski Nusra, şimdi Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ), Ankara’nın baş göz etmesiyle Ahrar el-Şam ve Nureddin Zengi Hareketi’nden meydana getirilen Suriye Kurtuluş Ordusu, Rusya uçaklarınca imha edilmemek için ülkenin başka yerlerinden gelmiş irili ufaklı sayısız başka örgüt fink atıyor. HTŞ ile ötekiler -“Ankara’nınkiler”- her yerde çatışıyor. Kâh ateşkesler ilan ediliyor kâh biri öbürüne yeniden saldırıyor. Ve Rusya, bütün bu örgütleri zapt etsin diye bölgeyi Ankara’nın nüfuzuna bırakıyor.

Tekrar etmeliyim: Bu örgütlerin Ankara’nın otoritesini kabul etmesinin yegâne sebebi, alternatifin Rusya uçaklarınca son adama kadar yok edilmeleri oluşudur. Yarın, sahiden böyle bir nüfuz bölgesi oluşur ve bu tehdit ortadan kalkarsa, örgütler yeniden toparlanıp Şam’a yürümeye kalkmazlar mı? Garanti mi bu? Güvence mi verdiler Ankara’ya? Nasıl durdurulurlar bunlar? TSK önlerine mi dikilecek?

Yoksa beraber yürümek hevesi mi var derinliklerde?

Suriye dediğimizde hesaba katmamız gerekenler… Maalesef bunlar artık.