Telgraf gibi internet de demokrasi getirmedi
Gerçek ortadadır. Ne telgraf ne de onun ardından gelen iletişim teknolojileri ve ağları kendiliğinden demokrasiye neden olmamıştır. Ama diğer yandan internet ve sosyal ağlar günümüz demokrasilerinin başına gelenlerin tek sorumlusu değildir. Belki de asıl sorun bize ifade özgürlüğünü, kamusal müzakere olanağını, demokrasiyi verecek bir araç beklemenin kendisidir.
Yaratıcıları tarafından internet ağına verilen biçim, başlangıcından itibaren temsili demokrasi biçimlerini aşacak yeni paradigmaları hayal etmek için açık bir davet taşıdı. İnternetin tasarımında var olduğu düşünülen adem-i merkeziyet, yataylık ve öz-örgütlenme olanakları yepyeni toplumsal biçimlerin düşünülebilmesinin yarattığı umudu uzun süre ayakta tuttu.
DİJİTAL DEMOKRASİ VAATLERİ
Son yirmi beş yıl, bu umudun yarattığı demokrasi beklentileri ile geçti denilebilir. 1980’lerde önce kablo TV ağı, sonrasında da internetin yarattığı gezegensel agorada yurttaşların partiler ve temsilciler olmaksızın politikaya doğrudan katılabileceğini ve doğrudan demokrasinin mümkün olabileceğini söyleyen teledemokrasi perspektifi yaygınlaştı. 1990’ların başlarında sanal toplum bakışı ortaya çıktı. Çevrimiçi toplulukların yükselişi ile oluşan sanal toplum, pek çoklarına göre modern toplumun aşındırdığı dayanışmacı toplumsal bağları telafi etme yeteceğine sahipti. 2000’ler “yeni demokrasi” bakışı ile birlikte geldi. Temelinde internet aracılığı ile siyasete ve politika yapma süreçlerine katılımın artmasının yer aldığı bu bakış, hükümetler düzeyinde de bir takım deneylere konu oldu. Plan ve politika belgeleri yurttaşların ve hükümet dışı aktörlerin çevrimiçi tartışmalarına ve önerilerine açıldı, katılım anahtar sözcük haline dönüştü. Web 2.0 olarak adlandırılan ve kullanıcıların içerik üretimine dayanan sosyal ağların yaygınlaştığı dönemde ise yurttaşların çevrimiçi dilekçeler, web günlükleri, yurttaş gazeteciliği, Wiki uygulamaları gibi yollarla politika oluşturma süreçlerine giderek daha fazla katıldıkları varsayılarak “kullanıcı tarafından oluşturulan bir devlet” hakkında konuşuldu.
Dijital demokrasi vaatleri olarak tanımlayabileceğimiz bu görüşlere karşılık, interneti demokrasiye yönelmiş bir tehdit olarak ele alan distopik görüşler de yok değildi. Genel olarak modern toplumda doğrudan demokrasiye dayalı bir siyasetin olanaksızlığını iddia eden bu görüşler, dijital medyanın popülizme neden olacağını, bilgi eşitsizliğini arttıracağını, siyasi katılım motivasyonuna ise çözüm olamayacağını iddia ettiler. Tüm bu süreç içerisinde internet alanında sermayenin yoğunlaşmasına ve siyasi alanda da otoriter eğilimlerin güçlenmesine tanık olundu.
İNTERNET DEMOKRASİ İÇİN TEHDİT Mİ?
Son bir kaç yılda ise bu distopik görüşler bir yandan ağırlık kazandı, diğer yandan kendilerine başka kanıtlar buldu. Bu kanıtların bir kısmı internetin yarattığı olanakların şirketler ve iktidarlar tarafından kötüye kullanımını içeriyor. Giderek büyüyen internet ağı, teknolojik bir kara kutuya dönüştüğünden şirketler izinsiz ve yasa dışı biçimde kullanıcılarının bilgilerini topluyor, analiz ediyor, bunları devlet ya da başka şirketlerle paylaşıyor ve siyasi ya da ticari çıkarlar için kullanıyorlar. Son zamanlarda açığa çıkan Facebook skandalı bu durumun izinsiz bilgi toplanması ve başka şirketlerle paylaşılması durumunu örnekliyor. Aynı skandala adı karışan Cambridge Analytica ise bu bilgilerin seçim kampanyalarında astronomik paralar ödeyebilen siyasi aktörlerin ikbali için kullanılması durumunu gözler önüne seriyor. Aynı zamanda da siyaseti eskisinden daha fazla yalana dayalı hale getiriyor. Diğer yandan internet üzerinden rahatlıkla yayılabilen sahte haberlerle dünyanın en “demokratik” toplumlarının seçim süreçlerinin manipüle edildiği iddiaları ortalıkta dolaşıyor. Yine hükümetlerin internet ağına ekledikleri teknolojik araçlar ve yazılımlar muazzam bir gözetim ve denetim ortamı yaratıyor. Bir de yurttaşların rahatlıkla düşüncelerini ifade etmeleri sayesinde politik katılımın artmasına neden olacağı düşünülen sosyal medya ortamlarının, farklı düşünenleri avlama ve yargılama ortamlarına dönüşmesi durumu var ki, bu konuda dünya lideri bir ülkede yaşıyoruz.
BÖLÜNMÜŞ İNTERNET EVRENİ
Bu kanıtların bir diğer kısmını ise yurttaşların internete katılım biçimi oluşturuyor. Özgür bir tartışma ve müzakere ortamı olma olasılığı taşıyan alanlar sıkça linç alanlarına dönüşüyor. Bu geçmişte e-posta listelerinde rastlanılan bir durumdu. Bugün ise sosyal medya tam da bu lincin merkezine dönüştü. Yaptığı ya da söylediği bir şey yüzünden bir kullanıcı, bir topluluk ya da bir örgütün diğer kullanıcıların hakaret ve sözlü aşağılamalarının hedefi haline gelivermesi, sansür benzeri bir etki yaratıyor ve internette konuşmayı zorlaştırıyor. Bu linç zaman zaman koordine çalışan sosyal medya trolleri tarafından yapılsa da, asıl şaşırtıcı ve hatta korkutucu olanı hiçbir koordinasyona ihtiyaç duymadan gerçekleşen biçimleri. Sosyal medya linç kampanyalarının yanında, ırkçı, cinsiyetçi, ayrımcı mesajlardan geçilmez durumda.
Sosyal medya linçleri, ırkçı, cinsiyetçi ve ayrımcı sosyal medya içeriği, sahte haberler yanında, internetin kamusal müzakere süreçlerini geleneksel olandan çok da farklı hale getirmediğine dair başka eleştiriler ileri sürülüyor. Örneğin araştırmalar gösteriyor ki kullanıcılar internetten haber alırken önceden var olan politik tercihlerine göre şekillenen habere yöneliyorlar. Sosyal medyada zaten kendi tercih ve inançları ile uyum içerisinde olan diğer kullanıcılarla ilişki kuruyorlar. Google’dan Facebook’a tüm platformların kullandığı algoritmalar ve internetin sunduğu kişiselleştirme olanakları da bu durumu pekiştiren bir etki yaratıyor. Daha önceden hemfikir olunan, beğenilen daha çok kullanıcı karşısına çıkmakta ve önyargılar sürekli doğrulanıyor. Böylece tüm gezegeni kapsayan internet evreni birbirine benzeyen ve sürekli birbirini doğrulayanların oluşturduğu topluluklara bölünüyor.
Sonuçta tüm bunlar herkes tarafından gözlemlenebilen olgular ve asıl olarak internetin ve sosyal ağların sadece bir bilgi kaynağı olmadığını gösteriyor. Bu alanlar siyasi müzakere süreçleri açısından yeni bir yapı oluşturuyor. Distopik yorumculara göre bu yapı, pek de öyle demokrasiyi derinleştirecek ve güçlendirecek bir yapı değil. Çünkü yüz yüze iletişimde asla söylenemeyeceklerin rahatlıkla söylendiği, maruz kalınan enformasyonun çeşitliliğinin azaldığı, kullanıcıların kendi tercih ve inançlarına uygun diğer kullanıcılarla iletişim içinde olduğu, sürekli olarak daha önceden hemfikir olunan ve beğenilen içeriğe maruz kaldığı bir yapı. Ayrıca da şirketlerin ve hükümetlerin kendi çıkarları doğrultusunda bütünleştikleri, ticari ve siyasi çıkarlar için manipülasyon, gözetim ve denetimin alabildiğine arttığı bir yapı.
Üstelik üzerinde toplumsal uzlaşma sağlanan demokrasi kavrayışı, çoğunluğun oyunu alan temsilcilerin yönetmesine dayandığından, internetin demokrasiyi yok etmesinden korkanlar çoğunluğa gönderme yaparlar. İnternet ve üzerindeki sosyal ağlar, tam da ölçekleri nedeniyle kamusal müzakere süreçlerini olumsuz etkileme potansiyeli taşımaktadır. Çünkü gerçek hayatta sadece kendine benzeyenlerle iletişim kuran insanın iletişim kurduğu kişilerin sayısı ile internet üzerinde kendisine benzeyenlerle iletişim içerisinde olan bir kullanıcının iletişim içerisinde olduğu kullanıcıların sayısı arasında muazzam bir fark vardır.
ÜTOPİK DÜŞLER GERÇEKLEŞMEDİ
Bu açıdan bakıldığında internet ve sosyal ağların bırakın katılımcı demokrasiyi güçlendirmeyi, doğrudan demokrasinin olanaklarını yaratmayı, herhangi bir temsili demokrasiye bile tehdit oluşturduğu söylenebilir. Ama diğer yandan internet ve demokrasi ilişkisini ütopik ya da distopik biçimlerde kurmanın kendisi yeni değildir. On sekizinci yüzyılın sonunda Fransa’da Chappe telgrafı olarak bilinen optik telgraf hatları kurulmaya başlandığında, bu yeni iletişim yolunun birbirinden kilometrelerce uzaktaki insanların aynı salondaymışçasına akıcı ve anlaşılır diyaloğunu mümkün kıldığı ve dolayısıyla geniş toplumlarda demokrasinin ancak temsili kurumların varlığı ile mümkün olabileceğini söyleyerek büyük demokratik toplumların olasılığını reddedenlere karşı bir yanıt oluşturduğu düşüncesi açığa çıkar. İletişim teknolojilerinin insan toplumları için bir kurtarıcı olarak görülmesi durumu on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren ise giderek yaygınlaşır.
Elektrikli telgrafın icadıyla, bu dönemde tüm dünyanın telgraf telleri ile kaplanması yeni bir demokrasi umudu uyanmasına neden olur. 13 Nisan 1865’te Telgraf Birliği’ni kurmak üzere toplanan delegelere Fransız Dışişleri Bakanı “Eğer savaşın sıklıkla yanlış anlamalardan kaynaklandığı doğruysa, halklar arasında kültür alışverişini kolaylaştırmak ve düşüncenin sanki bir yıldırım hızıyla uzamda uçup insanlık ailesinin dağılmış üyeleri arasında hızlı, hiç dinmeyen diyaloğunu mümkün kılan bu olağanüstü aygıtı, bu elektrik telini onların evine ulaştırmak savaşın nedenlerinden birini ortadan kaldırmak değil midir?” diye sorar.
İşte bu beklentiler asla gerçekleşmediğinden, iletişim teknolojilerinin ve onların oluşturduğu ağların tarihi boyunca tekrarlanmaya devam edilir ve her yeni iletişim teknolojisi sonsuz bir demokrasi vaadini yeniden tarih sahnesine çıkartır. Oysa gerçek ortadadır. Ne telgraf, ne de onun ardından gelen iletişim teknolojileri ve ağları kendiliğinden demokrasiye neden olmamıştır. Ama diğer yandan internet ve sosyal ağlar günümüz demokrasilerinin başına gelenlerin tek sorumlusu değildir. Belki de asıl sorun bize ifade özgürlüğünü, kamusal müzakere olanağını, demokrasiyi verecek bir araç beklemenin kendisidir.
Gerçekten de internet, demokrasinin bugünkü krizinin nedeni mi? Yoksa internet ve sosyal ağlar, demokratik ideal ile onun pratik gerçekliği, ideal yurttaş ile gerçek yurttaş arasındaki uzaklığı mı açığa çıkardı? Eğer öyle ise öncelikle demokrasinin bugünkü krizinin kaynağını doğru saptamak gerekmez mi?