Yer değiştiren örtü
Örtü simgesel düzeyde yer değiştirmiştir bile çoktan. Sonradan kendi gerçekliğini de edinir ve gerçekliğin bizzat kendisini bir fazlaya, bir ilaveye dönüştürür. “Örtün beni” diyen Peygamber’in kadınlara örtünmeyi buyurduğu rivayet olunur.
Kur’an’da örtünmeyle, daha doğrusu, kadınların örtünmeleriyle ilgili ayetlerin belirsizliği konusunda çokça tartışmanın döndüğü malum. Tam olarak nasıl örtünülecektir? Nereler kapalı, nereler açık olmalıdır? Örtünmenin temel mantığı nedir? Bu sorulara birbirinden farklı pek çok yanıtlar da geliştirilmiştir; bu yanıtlar doğrultusunda farklı örtünme biçimleri de geliştirilmiştir. Fakat örtünmeyle ilgili bu belirsizliğin kendisini bir gösterge olarak alamaz mıyız? Yani bizzat bu müphemliğin kendisi bir şeyler anlatıyor olabilir mi? Yani bu belirsizlik tam da bir belirsizliğin açığa çıkışına verilen bir yanıt, bir belirsizlik karşısındaki bir kaygının yatıştırılması yönünde bir girişim olamaz mı?
Ben ‘örtünün’ yer değiştirdiği, Peygamber’in kendi somut bedeninden kadınların bedenine doğru bir kayma yaşadığı kanısındayım. Çünkü “Oku!” emriyle birlikte gelen ayetlerin (Alak Suresinin ilk beş ayeti) ardından gelen dönemden sonra, yani ayetlerin gelişinin uzun süreli bir kesintiye uğramasından sonra gelen ilk ayetlerin ardından, Peygamber’in dehşete kapılıp, korku ve titreme içerisinde evine giderek “Örtün beni” dediği anlatılır. Örtünmekten örtmeye giden bir süreç olarak da okunamaz mı bu pekâlâ?
Nasıl? Bana kalırsa tanıklıkla ilgili bir boyutu var bu meselenin. Bir kimliğin salınımlı noktasını açığa çıkaran, kim-lik kendisini ontolojik olarak sabitlediğinde bile onu bir tekinsizliğe sürükleyen bir tanıklık… Zizek, Arda Çiltepe’nin çevirisiyle Sel Yayınları'ndan çıkan Acı Çeken Tanrı adlı kitaptaki “İslam Arşivlerine Bir Bakış” başlıklı yazısında bir olguyu müthiş yakalıyor:
“Muhammed, kendisinin görüşlerinin ilahi doğasından toptan şüphe ederek onların halüsinatif delilik işaretleri veya şeytanın ele geçirmesiyle gerçekleşen hadiseler olarak addeden ve onları önemsemeyen ilk kişidir” (s. 98). “Onu hem bu dayanılmaz belirsizlikten hem de toplum dışına itilmekten kurtaran ve bu mesajına ilk inanan kişi, ilk Müslüman ve bir kadın olan Hatice’ydi … Muhammed ancak bu dairesel destek yoluyla, ona inanacak birinin aracılığıyla kendi mesajına inanabilir … İnanç hiçbir zaman doğrudan değildir: İnanabilmem için başka birisi bana inanmak zorundadır ve inandığım şey ötekilerin bana olan inancıdır” (s. 99-100).
Zizek buradan itibaren çok yoğun bir Lacancı arzu tartışmasına giriyor; ben ise teolojik bir tartışmaya doğru bükülme eğilimindeyim. Ötekinin bana inancının benim üzerimde ürettiği baskı fikri yerine ötekinin ‘tanıklığının’ gücü üzerine eğileceğim ki güç, Kadir-i Mutlak bir figür açısından paylaşılamaz bir şeydir. Anlatıya göre Hatice, bunun sonrasında, Peygamberi Hatice’nin amcasının oğlu olan Varaka b. Nevfel’in yanına götürür. Anlatıya göre Varaka Hıristiyanlığı seçmiş bir yaşlı kişidir ve İbranice okuyup yazmayı bilen bu ihtiyarın gözleri yaşlılıktan ötürü artık görmemektedir. Hatice’nin tanıklığına bir de bir körün tanıklığı eklenir. Varaka şunu söyler:
“Bu gördüğün, Allah'ın Hz. Musa'ya gönderdiği Nâmus'tur. Keşke senin davet zamanında genç olsaydım! Kavminin seni bu şehirden çıkaracakları zaman keşke hayatta olsam!” (Namus, Yunanca kökenli "nomos" sözcüğünün Arapçalaşmış halidir ve tam olarak "yasa" anlamına gelir; Platon’un Yasalar’ının orijinal adı da Nomoi’dir).
Varaka’nın bu sözlerinde bir tanıklık kadar açık bir kehanet de söz konusudur. Peygamber’e Mekke’den çıkarılacağını haber vermektedir. Oysa yine anlatıya göre Peygamber, peygamberlik alametleri ilk belirdiğinde Hatice’ye şunları söylemiştir: “Tek başıma kaldığım zamanlar beni ‘ey Muhammed, ey Muhammed’ diye çağıran bir ses duyuyorum. Tamamen uyanık bulunuyorken bir ışık görüyorum. Vallahi gelecek hakkında haber verdiğini söyleyen kâhinler kadar hiçbir şeyden nefret etmedim. Acaba ben de mi kâhin oldum? Bana seslenen bir şeytan olmasın?” Hem Hatice hem de ardından Varaka, “Hayır” demektedirler, “Biz sana inanıyoruz!” Üstelik bu tanıklığa bir de gözleri görmeyen Varaka’nın kehaneti eşlik etmektedir.
Tanıklık… Allah kelamı olarak duyurulan söz, ancak bir tanık aracılığıyla tamamlanabilmektedir. Bu İslam imanına da damgasını vuracaktır: Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve resuluhu! Yani “tanıklık ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur ve Muhammed onun kulu ve elçisidir.” Ancak ötekinin tanıklığıyla ve bu tanıklığını beyan edişiyle istikrar kazanabilen bir söylemdir bu. Ötekinin onayı olmadığı sürece sallantıda, mütereddit, kararsız… Bu onayı veren, buna tanıklık eden kişi de derhal bu kararsızlığı üstlenmek durumunda kalır. Zizek’in İslam’da Tanrı’yı Lacancı terminolojiyle bir imkânsız-gerçek olarak tanımlamasının nedeni de budur. Kadir-i Mutlak bir Tanrı, kendi sözünün tamlığına ancak henüz ona inanmayan birinin tanıklığı anında, yani tam da bir eşik anında ulaşabilmektedir. Müslümanların köken takıntısının da bununla bir ilgisi var. O ilk eşik momenti, o ilk açılış, Fath, Fatiha Suresi…
Eşik momenti bir boşluktur ve bu boşluk Tanrı ile insan arasında simgesel bir mübadelenin oluşmasına izin vermez. Bu olamadığı sürece de inananlar o boşluğu kendileriyle doldurmaya kalkışırlar; tanıklıktan çıkıp bir tanıktan fazlası olmaya meylettikleri ölçüde. Bu da aslında tanıkların üzerine yükselmek anlamına geliyor biraz. Yani buradaki ‘fazla’ aslında Varaka’dan ‘fazlası’dır; Hatice’den ‘fazlası’dır ve dolayısıyla bu ikisinden, yani Hıristiyan’dan ve Kadın’dan artakalandır bu fazla. Öyleyse bu fazlanın üzeri örtülmelidir. Örtü simgesel düzeyde yer değiştirmiştir bile çoktan. Sonradan kendi gerçekliğini de edinir ve gerçekliğin bizzat kendisini bir fazlaya, bir ilaveye dönüştürür. “Örtün beni” diyen Peygamber’in kadınlara örtünmeyi buyurduğu rivayet olunur.