Yekê Gulanê
Eli vardı ekranda. Elinde bir kâğıt, küçük. Buruş buruş edilmiş. Belli ki bir yol boyu onu elinde tutmuş. Onun da nasibi bizmişiz gibi. Konuşurken, iki satır o cümleleri söylerken de, bir şeylerden, o şeylerden, bir tarihten, bir zamandan, gidenlerden ve kalanlardan çok sıkılmış gibi habire onunla oynamış.
Nerdeyse on yıl oluyor, zamanın bu kadar hızlı geçmesi sinir bozucu. Daha dün doğan Emre seneye okula başlıyor ve yaşlanmaya dair geçmişte okuyup burun kıvırdığım her şey şimdi daha cismani ve insancıl geliyor. Cahit Sıtkı’yı bile anlayabiliyorum, bekliyormuş bazı yaşları demek ki, bazı insanlar da. Sadece şiirler değil.
On yıl olacak, Ankara’dan İstanbul’a gelmiştim sırtımda küçük bir el kamerasıyla. Görsel olan şeyin estetik hükmünü bile hakkıyla vermekten uzakken, utanmadan bir de eyleyen olmayı göze alıyordum. Sergilenmek üzere bir video çekecektim ve bir şeyin nasıl çekileceği konusunda hiçbir fikrim yoktu. İstanbul’daki arkadaşlara da güveniyordum gerçi, yalan yok. Böyle bir deliliğe başka türlü girişmek zaten zor olurdu. Bir fikrim vardı ama, sergilenecek şeyin ne olması gerektiğini biliyordum. En azından bir cümlem vardı: “77 1 Mayıs’ı Unutulmaz”.
DİNLEDİĞİM 77
Bilindik hikâyedir, benim kuşağımdan epey insan 80 öncesinde yaşananları ayrı ayrı ağızlardan, çoğu zaman baba sesiyle, masalarda, yolculuklarda, krizlerde, üzüntülerde, coşkularda dinledi. Dinledik. Kimimizin babası, meşrebine göre fırça attı evladına, kimisi uyardı, kaygılandı, kimisi de halen mücadelede olduğundan evladıyla beraber yan yana konuşmaya başladı. Ama dinledik. Ben de dinledim, birçok şeyin içinde 1 Mayıs’ı belki en çok. İki kardeşin başına gelenler.
Ankara’dan taşıdığım kamerayı otelin karşısına koydum ve bekledim. Arkadaşlar sağ olsun yanımdaydılar; rastgele birilerini sokaktan çevirecek ve soracaktık, “Arkadaki otelin eski adını biliyor musunuz?” Derdimiz o otelin eski adını buldurmak, söyleyene hediye falan vermek değildi. O otelin kimi katlarına Nisan’ın son günü birileri yerleşmişti ve denilen o ki, o pencerelerden eylemcilerin üzerine ateş açılmıştı. Memlekette çekilmiş, erişilebilir durumda olan bütün görüntüleri izlemiştim 77’ye dair, yazılanları okumuştum. O otelin eski adını söylemeyi en az bir kişi, rastgele bir kişi reddecekti. Reddetmeliydi.
O ADAMIN ELİ
Kamera Süleyman’da. Aktüel çekim mi deniyor, artık her ne ise ondan yapıyoruz. Üç ayaktan kurtardık kamerayı, gün de gidiyor. Son çekimler: Baktık çare yok, kendimiz mizansen yapacağız bir şekilde. Gelmiyor beklediğim insan çünkü. Gelmeyecekse de gelmesin, ne olacak. Değil mi ki “kurgu” bir şey yapıyoruz. Birimiz geçeriz kameranın karşısında, gerekirse sinkaflı şeyler söyleriz, ne gam.
Bir adam geçiyor o esnada. Hep öyle olmaz mı? O esnada biri geçer. Bir kadın, bir adam. Yolunu kesiyorum, öte yandan hafif yakında duran polisler de beni kesiyor. İzin mizin hak getire, önceden anlaşmışız ama aramızda. Sorarlarsa “Bitirme projesi için çekim yapıyoruz. Aaa izin mi almak gerekiyordu? Hay Allah, hemen alalım.” Adam dinliyor dinliyor, “Tamam konuşuruz, sorun ne istiyorsanız,” diyor. Süleyman’a işaret ediyorum, toparlanıyoruz. Akşam ışıkları yanmış artık Taksim’de.
'ADINI BİLİYORUM AMA ANMAK İSTEMİYORUM'
Soruyorum işte soracağımı. Otelin diyorum, eski adını biliyor musunuz?
Duruyor, gözünü kaçırıyor benden. Kameranın yanındayım.
“Bu otelin eski adını biliyorum ama anmak istemiyorum,” diyor. Çat! Kalakalıyoruz. Bulduk sevinci bir yandan, biraz daha konuştursak mı kaygısı bir yandan; daha toparlanacakken gidiyor. Çok zarif bir gidiş ama bu. Kafamıza bassa, ayağının altında pamuk varmış diyeceğiz. Öyle bir gidiş. Kadife gibi. Uzatmıyor. Süleyman sırtını da çekiyor.
O kayıt yok şimdi bende. Bir kere gösterildi, gösterildiği gün birkaç kişinin arkasında gizlice bekleyip ne hissettiklerini anlamaya çalıştım. Daha da kamera mamera işlerine girmedim. Kârım da değildi, haddim de. O adamı görmekti nasibim, nasiplendim. Ama asıl mesele kurgu denen dünyanın en sıkıcı kısmında ortaya çıktı. Süleyman adamın yüzünü çekememişti heyecandan. Eli vardı ekranda. Elinde bir kâğıt, küçük. Buruş buruş edilmiş. Belli ki bir yol boyu onu elinde tutmuş. Onun da nasibi bizmişiz gibi. Konuşurken, iki satır o cümleleri söylerken de, bir şeylerden, o şeylerden, bir tarihten, bir zamandan, gidenlerden ve kalanlardan çok sıkılmış gibi habire onunla oynamış. İstesek olmayacakmış, gidip onu çekmişiz biz de.
Hasılı kelam, 77 1 Mayıs’ı unutulmaz. Kim demiş unutulacak?
Not: Yazının girişinde “Neredeyse on yıl oluyor” demişim, bu yazıyı yazalı da neredeyse üç yıl oluyor. Neredeysesi de fazla. Üç yıl oluyor adlı adınca.