İdo küçüktü ve üşüyordu. Biz büyüdük ve donacağız ‘yalan’dan
Tatlıses’in bu son ve neredeyse ‘trajikomik’ yalanının arkasında gerçeğin bir seçenek bile olmadığı bir toplumsal, siyasi, kültürel yalanlar tarihi var. Döne kıvrıla serpilen yalanın gerçeğe üstünlüğünü ‘göstere göstere’ daha da rahatça ilan edebildiği bugüne kadar gelen, uzun bir tarih bu.
“Ben bu insanın neyine tavım biliyor musunuz? İdo doğmuştu, iki aylıktı. Belediye başkanıydı İstanbul’da. Dedim ki ‘Sayın başkanım, bizim evimizde, yani orada bir koca villamız var ama üşüyoruz. Doğalgaz bağlanmış ama bizde yok.’ Dedim ki ‘İdo iki aylık, üşüyor.’ 10 dakika sonra aradı dedi ki ‘Yokmuş ama ben kendi şeyimden vereceğim.’ Ve iki ay sonra doğalgazımız bağlandı ve İdo üşümekten kurtuldu.”
İzmir’den milletvekili aday adayı olan İbrahim Tatlıses’in, AKP İzmir 6. Olağan İl kongresinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın daveti üzerine sahnede paylaştığı bu ‘anı’, iki- üç gündür sosyal medyanın gündeminde.
Konuya dair sosyal medyada ilk tepkiler beklenebileceği üzere ‘villada üşümecilik’ temasından geldi. Tatlıses’in şahsi hikayesinin, o Urfa’daki mağaramsı evden inşaatta türkü söylerken keşfedilmeye oradan imparatorluğa uzanan ‘halkın sanatçısı’ menkıbesinin her adımı mağduriyetler üzerine kurulu. Mağduriyet söylemi bir tür alışkanlık yaratsa da, mağdur olma imkânının da kabul edilebilir bazı sınırları var öte yandan. Koca villada yaşamak orada üşümekten bahsetmeyi kendiliğinden devre dışı bırakacak kadar büyük bir lükstür. Seren Serengil’in ‘dedikodu’ nedeniyle girip, ‘boşları alan kimse yokmuş, tabakları da kendin yıkıyormuşsun’ şeklinde anlattığı üç günlük piremses hapislik anılarından beter bir durum. Bunca yoksulluk, bunca haksızlık varken, hayat bu kadar sertken… Cebindeki son parasıyla aldığı ıslak odunları yakamayınca çocukları ısınsın diye saç kurutma makinesini çalıştırıp yan odada kendini asan annenin yakıcı anısı herkesin hafızasında tazeyken… Villada üşüdüğünü anlatamazsın.
“Dedi ki kendi şeyimden vereceğim,” kısmı da ayrı mesele… Neyinden? Nasıl? Doğalgaz nasıl veriliyor? Evde tuz bitmiş de tuz mu istiyorsun? Gibi deli soruları da getiriyor hemen akla.
Üstelik İbo’nun konuşmasında esas sorun bunlar bile değil. Kalaşnikofla vurulup ciddi bir beyin ameliyatı ve uzun bir tedavi süreci geçirmiş olmasına da bağlayamıyoruz sırf bu halini. Çünkü bu acı deneyimi atlatıp şükür hayatta kalmakla kalmadı, sonra her şeyi yaptı, çocuk sahibi oldu, milletvekili aday adayı oldu. Özellikle sonuncusu için tam kapasite bir beyne ne kadar ihtiyaç olup olmadığı türünden istihzalara girmeyelim şimdi. Mesele şu ki, Tatlıses’in özel durumuna bağlanabilecek kadar münferit bir ‘patavatsızlık’ ya da ‘şuursuzluk’ hâli değil bu…
Son dönemde Tatlıses gibi, Ferdi Tayfur gibi, onları bugüne getiren noktada en az müzikal yetenekleri kadar etkili olan menkıbelerini de hiçe sayarak salt göze girmek, muktedirin yanında olmaktan şaşmamak arzusuyla en içinden, en dibinden kopup geldikleri toplumun acılarına bu denli yabancılaşmış ‘sanatçılar’ gerçeğinin elbette asap bozucu, düşündürücü bir yanı var. Halkın çoğunluğunun sırf dilde, türküde, konuşmada, oturup kalkmada bile olsa kendine daha yakın bulduğu bu sanatçılardaki bu tür tavırları hoşgörürken ömrünü insanların daha insanca yaşayabilmesine adamış, bu uğurda gözünü kırpmadan hapse girmeyi, ömür çürütmeyi göze alan gazeteci, akademisyen, sanatçıları ise kendilerinden görmeye pek yanaşmaması da hayatın ayrı bir adaletsizliği. Ama buralar da uzun mesele… Tatlıses’in bu açıklamasıyla ilgili esas sıkıntı bunun düpedüz, kör gözüm parmağına yalan olduğunun basit bir Google aramasıyla bile ortaya çıkabilecek oluşu…
Çıktı da nitekim. ‘Villada üşümecilik mağduriyeti’ni tiye alan paylaşımları hemen bu anektodun yalan olduğunu kanıtlayan tepkiler izledi. İbrahim Tatlıses’in oğlu İdo 15 Şubat 1992 doğumlu iken Erdoğan 1994’te belediye başkanı olmuştu. Bu hesaba göre böyle bir olay hiçbir şekilde yaşanmış olamazdı yani…
Tatlıses’in açıklamasını, Anavatan Partisi Eski Genel Başkanı Nesrin Nas’ın Twitter üzerinden yaptığı başka bir açıklama da başka bir yönden yalanlıyordu. “Allah Allah ben mi yanılıyorum? Tatlıses ile aynı sitede oturuyorduk. İdo küçüktü. Doğalgaz bulunduğumuz mahalleye ve siteye 2000 yılında bağlandı. İdo o zaman 8 yaşında sevimli bir çocuktu,” diyordu Nesrin Nas. Olayda kesinlikle doğru olan tek şey, İdo’nun bir zamanlar küçük oluşu özetle. İdo küçüktü ve üşüyordu, gerçeklerse sürekli değişiyordu.
Tatlıses’i neresinden tutsan elinde kalan bu yalan açıklamaya iten neydi peki? O kadar saçma ki tatmin edecek türden bir yalakalık da değil. Dediğim gibi geçirdiği rahatsızlıkla da ilgili olduğuna emin değilim bu ‘sahte anı yaratımı’nın. Daha çok, içinde bulunduğumuz dönemin yalanlarla gerçekler arasındaki sınırı incecik bir zar haline gelecek kadar aşındırmış olması gibi görünüyor, esas neden.
İki söz var burada hemen aklıma gelen. İlki, bir Julian Barnes romanından öğrendiğim nefis bir Rus sözü: “Bir görgü tanığı gibi yalan söylüyor.” Bu sözün anlattığı, yalanın gerçeğe mümkün olduğunca yakın olması, hatta birkaç kritik nokta dışında yalancının gerçeklere mümkün olduğunca bağlı kalmasının, inandırıcılık açısından önemi. İyi yalan söylemek de bir tür sanat yani, her yiğidin harcı değil.
Bugünlerde gerçeğin kime hizmet ettiği, gerçeğin ne olduğunun o kadar önüne geçmiş durumda ki, gerçekçi yalanlar söyleme basit gayretine bile ihtiyaç kalmadı. İşte burası, gerçekten ürkütücü bir nokta.
Yalanla ilgili diğer çok anlamlı bulduğum söz de, “Hırsız öyle bir bağırır ki doğrunun bağrı çatlar.” Bir Terekeme sözü bu da bildiğim kadarıyla. Yalancılar, hırsızlar, manipülasyona yatkın kişiler, gerçeğe bir tabak yeşil fasulye muamelesi yapıp işine gelen kısmı alıp gelmeyeni atanlar aynı zamanda o kadar şirret kişilerdir ki, doğrucu kişi boğazında bir yumruyla, edebiyle susup kalırken yalancı yalanını bir güzel tahta oturtur. İşte günümüzde artık yalancının o kadar bağırmasına bile gerek de kalmamış, görünen. Yalan bu derece yürürlükte olduğunda, çocukluğumuzdan beri çoğumuza tek seçenek olarak belletilen doğruluk/doğruculuk artık gerçekçi hatta iyi bir seçenek bile olmuyor.
İlk okuduğumdan beri dönüp dönüp sık sık çeşitli vesilelerle yeniden karıştırdığım, etkileyici bir kitabı var Rene Girard’ın, “Romantik Yalan ve Romansal Hakikat (Edebi Yapıda Ben ve Öteki)”*. Kitabın önsözünde Orhan Koçak, görünürde romantik aldanışın açmazlarını ve körlüklerini açığa çıkarmak için yazılmış ancak meselesini dönemin tüm düşünsel akımlarıyla ilişki içinden sorgulayan, kimilerince modern roman eleştirisinin en önemli metinlerinden biri olarak kabul edilmiş bu kitabın dönemin Paris edebiyat ortamında genel bir kabul görmediğini, çokça tartışıldığını belirtiyor. Koçak bu durumda önemli bir etkenin Girard’ın 40’lardan beri peş peşe gelen düşünce akımlarının hiçbirinin içine rahatça yerleştirilememesi olduğunu vurguluyor.
Girard’a göreyse yapıtının yazıldığı dönemde hedefe ulaşamamasının asıl nedeni, ‘en kıymetli yanılsamamıza, arzularımızın gerçekten kendimize ait olduğu, gerçekten özgün ve kendiliğinden olduğu inancına’ saldırması, arzunun öykünmeci (mimetik) doğasını sorgulaması.” Bu tür sorgulamaları yapan tek düşünür Girard değil elbette, yaşadığı dönemin içine yerleşemediği akımları da bu açıdan değerli eserlerle dolu. Yine de bu açıklama bana çarpıcı geliyor. Üslup olarak ne kadar dolayımlı da olsa meselesi bağlamında ‘çıplak’ bir yüzleşme hiçbir zaman hiçbir kültürün ve insanın favorileri arasında yer almamış gibi görünüyor.
Bizdeyse durum elbette beş (ya da bes) beter. Sağlam bir eleştiri kültürünün hiçbir zaman hiçbir mahallede gelişememiş olmasından gerçeklik ve liyakatin çıkarlar/yakınlıklar doğrultusunda şekillendirilmesine ve en başta acılarla, travmalarla dolu tarihimizle hiçbir zaman tam manasıyla yüzleşemememiş olmamıza uzanan, kökü çok derinde bir ‘yalan olma’ durumu var…
Aidiyetler, kimlikler de hep ya bir inkar ya da fazlaca bir sahipleniş konusu. En basitinden “mağarada” doğduğunu basa basa söyleyen İbrahim Tatlıses açılım dönemindeki küçük bir aralık haricinde hiçbir zaman Kürt kimliğiyle barışmış bir sanatçı değil. Bununla barışıp Türklük, Türkiyelilik üzerinden de devam edebilirdi, sorun bana göre bu değil, bunun bir seçenek bile olmaması. Kendini var edişinin önemli bir parçası olan etnisitesini bir lahmacun sosu, yenebilir ve şarkı malzemesi olarak kullanılabilir bir ‘acı’, hoşa giden bir folklorik öğe olarak sonuna kadar kullanırken gerçekte kim olduğuna dair fikri belki çoktan kendisinin bile yitirmiş oluşu… Bu yitiklik içinde işte, dönemler değişse de her iktidarla sonuna kadar barışık, oturmuş bir uzlaşmacılık üstünden gemisini yürütmesi… Sanat güneşimiz Zeki Müren’in şaşalı, gösterişli bir tür efeminelik olarak her daim kabul gören cinsel yöneliminden çok da farklı bir durum değil, bu açıdan.
Kimlik ve aidiyet, yüzleşilebildiğinde değil, esas yüzleşilemediğinde bir tür pranga halini alır. Bana sorulsa “Dünyalıyım” der ve buna da inanırım, temel insani hak ve özgürlükler ve kültüre özgü bir “dil” oluşturan yakınlıklar dışında, ırk meselesine değer vermiyorum çünkü ve kendimi bu başta hiçbir aidiyet üzerinden, (öncelikli olarak) kurmama yönünde özel bir gayretim oldu. Ancak kimlik meselesi bir seçim değil, bir tür hegemonik rızayla ‘düzen içine alma’ oyunu olarak kurulduğunda, kişi tüm varlığını adını bile anmadığı aidiyetinin ‘sosu’ ve menkıbesi üzerinden yürüttüğünde, işte o zaman zaten ‘hayatı yalan’ olur. Tatlıses’in bu son ve neredeyse ‘trajikomik’ yalanının arkasında gerçeğin bir seçenek bile olmadığı bir toplumsal, siyasi, kültürel yalanlar tarihi var. Döne kıvrıla serpilen yalanın gerçeğe üstünlüğünü ‘göstere göstere’ daha da rahatça ilan edebildiği bugüne kadar gelen, uzun bir tarih bu.
Her şeyden önce ‘iyi insan’ olma şiarıyla büyütülmüş olanlarımız, bu pervasız yalanlar zamanından az çok kendimiz ve ‘gerçek’ olarak çıkmayı nasıl başaracağız peki? Bizim kuşakların da imtihanı bu herhalde. Yine de doğruluktan, umuttan, bu yönde çaba harcamaktan başka yolumuz yok. Günlük hayatta çok işe yaramadığı gibi genellikle küçücük porsiyonlarda gelen ‘doğruluk’ tabağını, yalanın serpme kahvaltısına yeğ tutmaktan başka yolumuz yok, derdimiz ‘gerçek’ ve sahici olmaksa…
* Romantik Yalan ve Romansal Hakikat, Rene Girard, Çev: Arzu Etensel İldem, Metis 2001.
Zehra Çelenk Kimdir?
Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.
Dünyayı değiştirirken kendi yaralarını da sarmak mümkün mü 16 Ekim 2024
Doğumdan ölüme eril tahakküm ve artan şiddet 06 Ekim 2024
Kadınların mutluluğu ve mutsuzluğu 24 Eylül 2024
Melek değil katledilmiş bir kız çocuğu: Narin’e ne oldu? 10 Eylül 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI