YAZARLAR

AKP’den seçim arifesinde şekerrenk işler!

Bu kadar yerli ve milli bir konuyu, seçimlerin arifesinde AKP’nin gündemine sokan, onunla da yetinmeyip satışı gerçekleştirmeye yönelten akıl nasıl bir akıldır? Üstelik de seçim baskın bir seçim olarak memleket insanının cinini başına çıkarmışken bu ihaleler neden durdurulmamıştır? AKP kendi bacağına mı sıkıyor, yoksa bacak kesmiyor da doğrudan bir Rus ruletine girip kafasına mı sıkmak istiyor? Naapıyor bunlar? Yine mi kandırılıyorlar?

Bir ülkenin anaakım medyası bitirildiğinde başa gelecek şeyler... İzlediğimiz filmin adı budur sayın seyirciler. Belirli bir yöne doğru belirli bir istikrar dairesinde hareket edemiyoruz. Üzerinde seyredeceğimiz otoban kayıp. Bir David Lynch filminin oyuncularına dönmüşüz sanki. Bir distopyada seyretsek, hakikati tersine çevirmedeki abartı yeteneklerine bu kadar da olmaz diyeceğimiz haber kuruluşları memleketin “vatansever” insanının asli haber kaynağı olmuş. Bize düşen de vatan hayınlığı. Tew veyviké... Bir türküyle noktalayayım dedim bu absürt paragrafı. Tew veyviké budur. “Şarkılarım babamın lallığının dil tutmuş halidir” dediği rivayet olunan Erdoğan Emir’den dinleyerek keşfettiğim Zazaca bir türkü. İçinde kayıp otobanların ve sürgünlüklerin yüzdüğü bir mana denizi. Bu sabah Selahattin Demirtaş’ı anarak dinledim defalarca. Siz de dinleyin.

Haydi konuyu biraz dağıtalım, yoksa gerçekten katlanılır gibi değil. Sonra toplamaya çalışırız yeniden. Şu hayatta 1-0 önden başladığım bir şey varsa o da tatlıya ve çikolataya özel bir düşkünlüğümün olmamasıdır. Şükür diyorum yani. Bir de tuzlular yanında şekerli hamur işlerini de sevseydim?

Tatlı mevzuuna dünyanın en şeker bebeleri sıralamasında ilk beşe girecek ve ebeveynleri yakın arkadaşlarımız olan beş yaşındaki bir bebe sayesinde el attım bugün. Adını burada anamıyorum bebişin. Medyada anılmayı sevmiyor olabilir. Az önce yemek saatinin gelmiş olması vesilesiyle yaptığım pizza teklifini reddederek, evde annesinin yaptığı mercimek çorbası, bakla ve bulgur pilavından oluşan menüyü tercih ettiğini büyük bir kesinlikle ifade ederek gitti minnoş! Tatlı, çikolata ve kola karşısında da çok kararlı. Çocuklar için zararlı olan şeyleri sevmiyormuş.

Beş yaşına kadar şeker gibi zararlı gıdalardan uzak tutulmuş bir çocuğun yetişkinlik hayatında da bu tür yiyecek ve içeceklere düşkünlük göstermeyeceğini uzmanlar söylüyor(muş) ki söylemeselerdi de kendimden bilirdim. Çocukluğumuzda bizim oralarda ambalajlı şeyler pek bulunmazdı zaten. Çikolata olsun, gofret olsun pek yoktu. Açık satılan, karton gibi bir Ülker bisküvisi hatırlıyorum çaya batırıp yediğimiz. Şimdi de illa bir tatlı yiyeceksem çaya bana bana yediğimiz püskevitler gibi hafif bir şey yemeyi tercih ederim. Off off, kendi halimde bir yazı yazayım diyorum. İşte laf bisküviye doğru gidiyorken zihnimin kıvrımları bi çelme takıyor ve alın size püskevit! Ağız tadıylan çaya banarak yediğiniz bir bisküvi nostaljisi bile yapamıyorsunuz.

O halde bunu yazayım ben. Şeker ve tatlandırıcılar... Zaten sevgili editörümüz Emel de şu şeker fabrikalarının satış zamanlamasını soruyordu. Bir iletişim bilimci olarak ne düşünüyor muşum? Ne düşünecem Emel Allasen, dedim içimden, daha içeriye mi satılıyor dışarıya mı satılıyor onu bile anlamadım ben. İçeriye satılırken nişasta bazlı şeker (NBŞ) üretcisi Amarikan tekeli Cargill’e göz mü kırpılıyor, biz bunu içeri satalım, üç beş yıla da onlar zaten size satar mı deniyor, ne yapılıyor? Toplum topyekun nişasta bazlı şeker bağımlılığına mı itiliyor? Bu soruların tamamı bana Fransız. Bu yüzden bu konuda bir şey yazamayacağım. Tabii, şeker mevzuunda söyleyeceğim başka şeyler var benim de.

Şeker kamışının Kristof Kolomb’un 1493 yılında yaptığı ikinci yolculuk sırasında Yenidünya’ya getirildiğini Sidney W. Mintz’in Şeker ve Güç: Şekerin Modern Tarihteki Yeri (1) adlı eserden biliyoruz. İspanyollara ait Kanarya Adaları’ndan getirilen şeker, Yenidünya’da da İspanyollara ait olan Santa Domingo’nun tropik bağrında yetiştirilir. Mintz “Şeker endüstrisinde köleleştirilmiş Afrikalılar çalıştırılıyordu. İlk köleler, şeker kamışının gelişinden hemen sonra oraya getirilmişti” der. Şeker kamışı plantasyonlarında çalıştırılan Afrikalı kölelerle birlikte şeker etrafında yüzlerce yıl sürecek sömürü düzeni de başlamış olur.

O değil de şeker kamışı, şeker pancarı felan Kürt coğrafyasında yetişmiyor muydu? Akıl mı edemediler, ne oldu? Şekere alıştırmayıp sahaları isota terk edince de acıların Kürt insanı işte görüyorsunuz, her koşulda direniyor. Dayanıyor nerede olursa olsun; içeride, dışarıda, derste, sırada. Tırnak ile, diş ile, umut ile, sevda ile, düş ile direniyor. Rüsva etmiyor Anadolu’yu. Rüsva etmiyor nur içinde yatası ozanlarını, şairlerini. Bunu görmek için Demirtaş’ın tutsak bir Cumhurbaşkanı adayı olarak cezaevinden estirdiği rüzgara bakmak yeterli.

Şeker deyip geçemiyoruz işte. “Şeker dediğimiz madde antik, karmaşık ve zor bir sürecin ürünüdür” diyor Mintz. Bu antin kuntin süreçler şimdi devletin elinden alınıp, yandaş şirketler eliyle özelleştirileyazmış. Özelleştirme İdaresi Başkanlığında Türkşeker’in 14 fabrikasının ihalesi gerçekleştirilmiş ve 11 fabrikaya alıcı çıkmış. İşler önceki gün itibarıyla bir onay sürecine kalmıştı. Kalan 3 fabrika için de 4 Mayıs’a kadar teklif verilebilecek. Haydin bağalım...

Bu el değiştirmenin güç ilişkileri ağı içinde neye tekabül ettiğini anlamak istiyorsanız Mintz’in kitabından başlayın bence. Mintz diyor ki “Şekerin tarihte bıraktığı iz, tüm dünyayı etkin biçimde yeniden kurmakta olan toplumsal, ekonomik ve siyasal kuvvetlerin üretken bileşimi içinde insan kitlelerinin ve kaynaklarının bir araya getirilmesini kapsayan bir izdir.” İnanmazsınız belki ama bu kitabı da öğrencilerime okutturuyordum ben. Sanırsam bir İletişim Fakültesi’nin lisansüstü programlarından birinde böyle bir kitabı okutmak pek az faninin aklına gelirdi. Onu da yaptım. Gündelik Hayat Kültürü ve Tarih diye çok leziz bir dersim vardı ve okuduğumuz kitaplar arasında bu eser de yer alıyordu. Medya ve iletişim çalışmaları alanının ilişkilenmesi gereken külliyat önemlidir. Bu kitabı o külliyata eklediğinizde şeker ve güç ilişkisi yeniden dağıtılırken olanlar üzerine iki satır yazı yazma işi de tümüylen ekonomistlere kalmaz böylece. Şeker ekonomiden daha fazlasıdır.

Peki yerlici ve millici akcoinciler bunu bilmiyor mu? Komplocu halk birlikleri şeker fabrikalarının satışı karşısında uyuyor mu? Ya Püskevit bebeleri ne diyor bu işe?

Şimdi gelelim olayların ipini kopardığı yere. İpini koparmak demişken, ilişkileri biraz bozuk olan insanların Yeşilçam Türkçesiylen “aramız biraz şekerrenk” demelerinin nedenini bilen var mı? Şekerrenk ne demek acaba, bunu da hep merak etmişimdir.

Şimdi daha fazla uzatarak okuyucumla şekerrenk olmadan evvel, şu şeker fabrikalarının özelleştirilmesi meselesini biraz düşünelim isterim. Bu kadar yerli ve milli bir konuyu, seçimlerin arifesinde AKP’nin gündemine sokan, onunla da yetinmeyip satışı gerçekleştirmeye yönelten akıl nasıl bir akıldır? Üstelik de seçim baskın bir seçim olarak memleket insanının cinini başına çıkarmışken bu ihaleler neden durdurulmamıştır? AKP kendi bacağına mı sıkıyor, yoksa bacak kesmiyor da doğrudan bir Rus ruletine girip kafasına mı sıkmak istiyor? Naapıyor bunlar? Yine mi kandırılıyorlar? Giderayak pardon ya, seçimlere giderayak kim kimi satıyor gerçekten?

Bir iletişimci olarak bu hamleyi siyasal iletişim perspektifinden değerlendirirsem bu noktada ilk tespitim şu olur: Anaakım medyası bitirilmiş bir ülkenin şeker fabrikaları da satılır, ekmek fabrikaları da, çay fabrikaları da. Nitekim ÇAYKUR’un Varlık Fonu’na devredildikten sonra ağır zarar ettiği gerekçesiyle satışının gündemde olduğu iddia ediliyor. Çay kardeş, devir-zarar-satış dairesini tamamlamak üzereymiş yani. Şekerin durumu ortada. Artık soframızdaki ekmeğe bakıcaz anacım. Bakın şuraya yazıyorum karne günleri yakındır. Ay sonu dedin mi, ver elini haziran, karne zamanı... Çok çalışmak lazım çok.

Evet, anaakım televizyonların ve gazetelerin tümüyle yandaşlaştığı bir medya düzeninde bu fabrikalar satılır. Kimse ne ayağına ne de kafasına kurşun sıkıyor da değildir. Alışılageldik bir ihale ve satış işlemidir. Bu satışın sakıncalarını kime, nerede, nasıl ve ne zaman anlatacaksın? Haberciliğin beğenmediğimiz ters piramidi toprağa gömüleli çok oldu. Anlatamazsınız tabii. Şu örneği düşünelim. Yıllar yılı başımıza gelen her şeyi 3. Havalimanımızın inşasını kıskanan Almanya’ya bağladık. Sonra Almanya Büyükelçisi tontiş Martin Erdmann CNN Türk’te Hakan Çelik’in programına çıkıp, ne kıskanması ayolcuğum, bizim posta servisimiz DHL, o havalimanının en büyük yatırımcısıdır, dediğinde ne oldu? Hiçbir şey olmadı tabii.

Otuz sekiz kanaldan ve AKP bültenine dönmüş onca gazeteden yapılan sayısız “Kıskanıyorlar” yayınına karşı kısa bir televizyon programındaki birkaç cümle söz... AKP tabanının ekseriyetinin okuduğu ve dinlediği yerlerde bu kısa sözün hiçbir hükmü olamıyor tabii. Memleket meselelerini sınırlı bir söz dağarcığı çerçevesinde tanımlıyorlar. Kıs-ka-nı-yor-laaar... O kaar. Kendileri de memleketi salonda seviyor, tıpatıp aynı kıskançlıkla. A Haber karşısında.

Şeker fabrikalarının satışının bu basit gerçeğin getirdiği pervasızlıktan daha derin bir manası yok bence. Bakın dün normal bir ülkeyi derinden sarsacak bir haber vardı Cumhuriyet’te. Oysa biz daş gibiyiz. Ne sarsılması? Habere göre, Çevre ve Şehircilik Bakanı Mehmet Özhaseki ile Kayseri Belediye Başkanı Mustafa Çelik ENTAR Enerji AŞ isimli bir kuruluşa ortak olmuş, kuruluşundan beş gün sonra bu şirket, “ENTAR1’den ENTAR8’e kadar tam sekiz enerji şirketiyle genişlemiş. Özhaseki ve Çelik aileleri 2016 yılında bu şirketleri tek tek paylaşmış. Şirketlerin tamamının adresi bir apartman dairesiymiş! 19 numaralı bu dairede çeşit çeşit Entariler giyilmiş a dostlar!

Ne yapsın AKP’li vatandaş, bu haberi Akşam’dan mı okusun, Sabah’ı mı beklesin? Okuyamıyor... İzleyemiyor. Memleketin diğer yarısı ter ter tepinse ne fayda? AKP zaten ne yapsa onlara beğendiremediğine göre niye taksın ki bu kesimi? Fabrikaları da satar, üniversiteleri de böler, Ankara’daki devlet hastanelerini de kapatır. Nihayetinde tepkisini dikkate alacağı kim var?

AKP ile seçmeni arasında sorgusuz sualsiz bir kabul ve itaat ilişkisi var. Bu sebeple AKP, pervasızlığı temel güç gösterisine dönüştürmüş durumda. Üstelik seçmeni tam da bu gücü seviyor.

Yine yeniden kandırılmıyor veya ibişlenmiyorlarsa bu olanların başka bir açıklaması yok.

Bülent Şık Bianet’te şeker meselesini değerlendirdiği bir yazısını artık hatırlamadığımız şeylerle bitirmişti. “Bundan 30-40 yıl önce bir işçinin sahip olduğu her bir çocuk için her gün yarım litre bedava süt alması sahip olduğu haklardan biriydi. Bunu şimdi kim hatırlıyor?” diye sormuştu.

Kısacası başka bir stratejileri yok aslında. Memleket parsel parsel satılırken hafıza-i beşerin nisyan ile malul olduğuna güveniyorlar ki haksız da sayılmazlar...

(1) Kabalcı Yayınevi, 1996 (Şükrü Alpagut çevirisi).


Sevilay Çelenk Kimdir?

Sevilay Çelenk Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon ve Sinema bölümünde öğretim üyesi iken barış imzacısı olması nedeniyle 6 Ocak 2017 tarihinde 679 sayılı KHK ile görevinden ihraç edildi. Lisans eğitimini aynı üniversitenin Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümünde 1990 yılında tamamladı. 1994 yılında kurulmuş olan ancak 2001 yılında kendini feshederek Eğitim Sen'e katılan Öğretim Elemanları Sendikası'nda (ÖES) iki dönem yönetim kurulu üyeliği yaptı. Türkiye'nin sivil toplum alanında tarihsel ağırlığa sahip kurumlarından biri olan Mülkiyeliler Birliği'nin 2012-2014 yılları arasında genel başkanı oldu. Birliğin uzun tarihindeki ikinci kadın başkandır. Eğitim çalışmaları kapsamında Japonya ve Almanya'da bulundu. Estonya Tallinn Üniversitesi'nde iki yıl süreyle dersler verdi. Televizyon-Temsil-Kültür, Başka Bir İletişim Mümkün, İletişim Çalışmalarında Kırılmalar ve Uzlaşmalar başlıklı telif ve derleme kitapların sahibidir. Türkiye'de Medya Politikaları adlı kitabın yazarlarındandır. Çok sayıda akademik dergi yanında, bilim, sanat ve siyaset dergilerinde makaleleri yayımlandı. Birçok gazetede ve başta Bianet olmak üzere internet haberciliği yapan mecralarda yazılar yazdı.