Müsait bir yerde inecek var!
Yaşamın her evresinde farklılaşan ontolojik güven ihtiyacının yerinde ve zamanında uygun biçimde karşılanamaması, bunun kişilerde değişik düzeylerde yarattığı onulmaz tatminsizlikler, dolayısıyla yaşlı olanın, her şart ve koşulda, kendinden menkul bir ‘saygınlığa’ haiz olduğu kabulü, ‘mevkiyi’ işgal etmiş olanın, salt o ‘mevkiyi’ işgal etmiş olmasından dolayı o ‘mevkiyi’ hak ettiği, ona layık olduğu inancının hâkimiyeti, aslında çöküntüye sebebiyet veren bir artık uhde artışı yaratıyor.
Her dağın karı kendine de ilişkileri, dolayısıyla hayatı yormamak lâzım. Mazeretler, itirazlar, ufak ufak yan çizmeler sıklaşmaya başladığında karşı tarafın yükleme haddinin aşılmaya başlandığının farkına varmak önemli. Hoş, idrak noktasına her zaman kendiliğinden gelinmiyor. Ufaklı büyüklü bir vurucu darbeye gerek olabiliyor. Ne de olsa yaşananların getirdiği alışkanlıklardan kurtulmak kolay değil. Konumun getirdiği rahatlık da cabası. Pek çok şey elde var kıvamında sürdürüle gelmiş. Yok, işler artık bildiğin gibi değil noktasına kolayca gelinemeyebiliyor.
İlişkileri yoran ve dahi kopmasına yol açması muhtemel etkenlerden biri, bir anlamda mazide kalmış statülerin, kimliklerin ısrarla sürdürülmesindeki gayret. Misal asker eskisi apartman, site yöneticileri, muvazzafından yeterince çekilmemiş gibi emeklisinin de yaşama bir askeri tatbikat alanı gibi muamele etmesi ve bundan inatla vazgeçmemesi. Hatta böyle yönetim işleri olmadığında dahi etraftakilere, konu komşuya erat muamelesi çekmeye devam etmek. Veya emeklisi olduğu konumun sıfatıyla her daim kendini adlandırmaya devam eden şahsiyetler. Ya da ahı gitmiş vahı kalmışların, bir ayağı çukurda olanların geride bırakması gereken konumlarına sülük misali yapışmaları. Alışmış kudurmuştan beterdir mi demeli? Belki de sinekten yağ çıkarır gibi hükümsüz olandan hükm devşirme gayreti. Tabii bunun yaşanılan toplumda bir biçimde iş görmesine vesile olan sosyolojik bir gerçeği göz ardı etmemeli. ‘Çamurdan olsun otorite, makam olsun!’
Elbette statülerin, kimliklerin kişileri biçimlendirmesi bilinen bir gerçek ve bu nedenle de söz konusu statüler aslında fiilen sona erseler de onları ha deyince geride bırakmak mümkün olmuyor. Ha tabii bir de ölene kadar devam eden statüler var, ama onlar zaten doğaları gereği bir takım yetilere bağlı. Yetilerde bir yitim ya da yıkım söz konusu olmadığı müddetçe varlıklarını sürdürebiliyorlar. Ama yeti hasara uğradığı halde kişi statüsünde ısrar ediyorsa yukarıdaki örneklerdeki gibi sorun var demektir. Bu türden kişiler açısından ülke baya zengin maalesef. Buyurun televizyon programlarında, gazete köşelerinde, değişik kürsülerde arzı endam edenler! Sus otur değil mi?! Ama yok! Yitik cennetinin sakini olduğunu zannediyor hâlâ. Ancak her kör satıcının bir kör alıcısı var, yoksa ne mümkün?
Eski veya yabanıl toplumların bu soruna dair geliştirdikleri çözümler olmuş ya da var. Söz gelimi Japon toplumunda, geçmişte, belli bir yaşa gelmiş olanların, bir deyişle elden ayaktan düşmüşlerin kendiliğinden topluluğun dışında bir ağaçta kendilerini ölüme teslim etme ritüeli. Ya da kimi Afrika toplumlarında, bir takım saygınlık nişanlarıyla onurlandırılmış ve dolayısıyla saygınlıklarını yitirmeden, ancak topluluğun işleyiş kurallarına müdahaleden azade kılınan üyelerinin varlığı. Veyahut zamanı geldiği halde konumlarını terk etmemekte ısrar edenlerin son çözüm olarak tasfiye edildiği ve temsili olarak ya da gerçekten öldürülebildiği topluluklara dair antropoloji literatürde pek çok örnek mevcut, hele de ısrarcı olunan bu konum önderlikle alâkalı ise iş daha da ciddiye biniyor. Yani nasıl statülerin kazanılmasında bir takım ritüeller mevcutsa onların sona ermesi için de ritüellerin gerçekleştiriliyor olması. Evet, jübile yapmak; bu, kişileri unutmak, ıskartaya çıkarmak değil, eşyanın tabiatı gereği halkanın zincirdeki yerini değiştirmek, müsait yer ve zamanda trenden inmesi, indirilmesi anlamına geliyor.
Modern toplumlarda bekleneceği gibi bu mesele daha zorlu, ancak meselenin üstesinden gelmek üzere bir takım kurumlar ve düzenlemeler de geliştirilmemiş değil. Ama bizim gibi modern pratiklerin çokça sorunlu olduğu ve otoriter yapıya haiz toplumlarda işler daha bir sarpa sarabiliyor. Yaşamın her evresinde farklılaşan ontolojik güven ihtiyacının yerinde ve zamanında uygun biçimde karşılanamaması, bunun kişilerde değişik düzeylerde yarattığı onulmaz tatminsizlikler, dolayısıyla yaşlı olanın, her şart ve koşulda, kendinden menkul bir ‘saygınlığa’ haiz olduğu kabulü, ‘mevkiyi’ işgal etmiş olanın, salt o ‘mevkiyi’ işgal etmiş olmasından dolayı o ‘mevkiyi’ hak ettiği, ona layık olduğu inancının hâkimiyeti, aslında çöküntüye sebebiyet veren bir artık uhde artışı yaratıyor. Ee tabii böyle olunca pek çok insan için "müsait bir yerde inecek var" demek çok zorlaşıyor.
Statülerin, kimliklerin jübilesini terk etmedeki ayak direme, akla ister istemez ‘radikal’ çözümleri getiriyor. Söz gelimi İzmirli bir psikologun çalıştığı huzurevindeki yaşlılar için geliştirdiği “ölüm terapisi”ni ülkede kitlesel ölçekte gerçekleştirmek baya hayırlı bir girişim olabilir diye düşünmeden edemiyorum.
Terapinin geliştirilmesinin dikkate değer bir hikâyesi var. Çalıştığı huzurevinde şöyle bir gerçekle karşılaşıyor psikolog: Birileri ölüyor ve fakat çoğu huzurevi sakini ölen, sanki sabah veya bir gün önce birlikte yemek yediği, sohbet ettiği kişi değilmişçesine, sanki varolmamışçasına hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam ediyor. Bunun yanı sıra huzurevi sakinlerinin ısrarla geride bıraktıkları statüleri ve kimlikleriyle kendilerini tanımlamaya devam ettiklerini gözlemliyor. Her iki durum bir biriyle çok yakından ilgili ve çok önemli bir soruna işaret ediyor. Kişiyi çoktan bırakmış olanın kişi tarafından inatla reddedilmesi, yitirdiğine dört eliyle sıkıca sarılması. O statü ve kimliklerinin geride kaldığını kabul ederse sanki ölüm fermanını kendi eliyle imzalamış olacak. Gerçekte öyle olmadığı halde statü ve kimliğin ontolojik bir vasfa sahipmiş gibi deneyimlenmesi ve bu nedenle kişilerin çok şiddetli bir ölüm korkusuna kapılmaları. Terapiyi bu zemin üzerinden geliştiriyor psikologumuz ve ilkesi de özetle şu: Her bir statü ve kimliğin tıpkı birer giysi gibi teker teker çıkarılmasını ve çırılçıplak hale gelmeyi aşama aşama kabullenmek. Ve terapi çok iyi iş görüyor.
Haa bir de Pelin Buzluk’un Deli Bal adlı kitabında “62 Tavşanı” adlı öyküsündeki gibi, ülkenin birinde “altmış iki yaşını doldurmuş her babanın, yalnızca ve yalnızca öz çocuğu ya da çocukları tarafından öldürülmesi”ni (1) serbest bırakan 62 Tavşanı yasası benzeri düzenlemeler de düşünülebilir. Latife bir yana durağa geldiğinde inmeyi bilmek gerekiyor. Yoksa indirirler. Üstelik ülkenin sosyolojik gerçekliği denilen dinamiklerine rağmen. Unutmamak gerekir ki her gerçekliğin fay hatları vardır.
(1) 2017, İletişim Yay., s. 17.