Bu şehir önünden gidecektir
Takıldığım şu: Bu dantellerin, tığların işlendiği, çini döşemeli, parkeleri gıcırdayan, arka balkonunda fesleğenin, sardunyanın durduğu, sürahide suyun hep dolu bulundurulduğu, patlıcan ve biber kızartmalı evleri gözden çıkardınız. Mahallem, küçük esnaf elimden kayıp gitti. Sanki Uyuyan Güzel masalında öpücük yerine yüzüne fırlatılan suyla uyandırıldım ve bir de baktım ki her yer fallik sitelerle kaplanmış...
Sürekli bir şeyler düşünen beynim günlük hayattaki o içmeden sarhoş halimin de müsebbibidir. Dalgın dalgın yürürken ezilme tehlikeleri geçirir, birilerine çarpar, olmadı takılır düşer ya da son anda toparlanır, çantamın içinde bir şeyler arama bahanesiyle kaybolurum. Görmediğim için selam vermediğim insanlar “Bana küstü mü acaba?” endişelerine gark olur. Ben bunları aylar sonra idrak ederim. Ve fakat şuursuzluk istikrarlı bir müessesedir. Yine bildiğim yoldan şaşkın şakın hayatın içinde akmaya devam ederim.
Hal ve bünye böyle olunca, Tünel’e bindiğimde gördüğüm şeyin de aklımın bir oyunu olduğuna kanaat getirdim önce. İnsanların tutunacakları demirlerin üzerine dantel örtüler geçirilmiş. Bakışımı biraz yana kaydırdım. Oturma yerlerinin sırt kısımlarına da minik dörtgen örtücükler kondurulmuş. Dantel dediysem elbette fabrika ürünü versiyonları. Hoş el emeği de olsa ne fark eder. İşte zihnim böyle böyle sadede geldi: Toplu taşıma aracında dantel örtülerin işi ne?!
Gizem, fünikülerden indiğimde aydınlandı. Tabii ben binerken yine efsanevi dalgınlığımla görmemişim. Vagonların üzeri papatyalı, dantelli yazılarla kaplı. “Tünel’e anne eli değdi.”
Yurt genelinde ve dış temsilciliklerde, bir de hediyelik eşya sektöründe kutlamalarına doyulamayan Anneler Günü vesilesiyle fünikülere anne eli değince manzaranın böyle olacağı tahayyül edilmiş. Herkesin akıl oyunları farklı. Şimdi şurada bu yapay günlerin saçmalığı, annenin bir dantel örtü olmadığı, koşulsuz hizmet ve fedakârlıkla eşleştirilmemesi gerektiği, önce bir kadın, bir birey olduğu gibi saçmalıklara girişmeyeyim. Kadın değil bayan zaten!
Takıldığım şu: Bu dantellerin, tığların işlendiği, çini döşemeli, parkeleri gıcırdayan, arka balkonunda fesleğenin, sardunyanın durduğu, sürahide suyun hep dolu bulundurulduğu, patlıcan ve biber kızartmalı evleri gözden çıkardınız. Mahallem, küçük esnaf elimden kayıp gitti. Sanki Uyuyan Güzel masalında öpücük yerine yüzüne fırlatılan suyla uyandırıldım ve bir de baktım ki her yer fallik sitelerle kaplanmış. Başka türlü bir hayattan bahsedilir olmuş. Bir alternatif olarak da değil. Güvenlikli, yüksek duvarlı, ille de havuz ya da suni göllü, daireleri otel odası soğukluğunda döşeli, tüyleri diken diken eden bir steril işlevsellik ürünü bu konutlar herkesin ömürlük kredilere girip, ödeyemeden öleceği nihai mekânlarmış. Benim sevdiğim hikâyeli evleriyse şeytan almış götürmüş, satamadan getirmiş.
MADALYONLU KOLYEDEKİ İSTANBUL
İstanbul’a aşıktım ben, bilir misiniz? Öyle böyle değil. Nereye gitsem içimde taşırdım onu. Hani sevdiğinizin fotoğrafını koyduğunuz madalyonlu kolye gibi. Uzaklardayken denizin kokusu gelirdi burnuma. Balıkçıların sesi, şehrin uğultusu. İlle de Haliç tarafından Galata Kuleli, minareli bir silüet. Gün batımı.
Artık vapura bindiğimde "Şükür henüz vapurlara motorlara dokunmadılar" diyorum önce. Sonra panik içinde Galata Kulesi yerinde duruyor mu diye bakıyorum. Belli mi olur o da kentsel dönüşüme kurban gider de modern bir Tower’a bırakabilir yerini. You know what I mean.
Bir hoyratlık hasıl oldu. Bereketsiz, öğütücü bir girdap oldu İstanbul. Ağaçların kesilip devasa betondan saksılara dikildiği, kornaların susmadığı, insanların birbirinden bir Allah'ın selamını esirgediği bir tuhaf galaksi.
Kalan sağlar benimdir yaptım. Çocukluğumu bilen, kaplumbağa gibi taşıdığım ağır sırt çantalarımı kapıp peşimden eve gönderen bir bakkala, arka balkondan görünen iki ağaca, yatak odalarının baktığı o iç avlunun huzuruna duacı oldum. İçimde bir anneannelik hissiyle. Sanki İstanbul beni fırlattı gitti, tedavülden kalktım.
Cevat Çapan’ın leziz çevirisiyle Türkçenin parçası olan Konstantinos Kavafis Şehir şiiri az mı ithaf edildi İstanbul’a. Az mı mırıldandık Ezginin Günlüğü’nden şarkıya dönüşmüş o kelimeleri usul usul, gittiğimiz uzaklarda.
'Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim', dedin'bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet.
Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya;
-bir ceset gibi- gömülü kalbim.
Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?
Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,
kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,
boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede.'
Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma-
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
öyle tükettin demektir bütün yeryüzünü de.
Başka bir şey ummamaya gönülden razıydık zaten. İstanbul biraz da bitmek bilmez bir hasrete teslim olmak demekti. Kendini bıraktığın bir aşktı. Karmaşası kendine hastı. Fonda kalmayı reddeden bir divaydı. Düşüşü de yükselişi de tatmış bazen can acıtan ama eğer o rolü başkası çalmışsa kollarında avutandı.
Şimdilerde, ne zamandır “Bu şehir önünden gidecektir” diyorum kendime. Sense ardından koşturacaksın. Dönüp dolaşıp kaybedeceksin onu sonunda. Başka bir şey umma.
Ne oldu fakat biliyor musunuz? Ardından koşturmayı bıraktım. Bu şehir artık önümden de gitmiyor.
Bense bakıyorum yalnızca.