Irkçılığın dinsel temelleri
Önce Hıristiyanlık, ardından da İslam, Yahudileri tek tanrının mirasının dışına atmaya yönelmiştir. Ayrıca İslam açısından Hıristiyanlar küçük de olsa bir pay verilen üvey kardeş gibi görülürken, Yahudiler Eski Ahit anlatısının İsmail figüründe cisimleşen bir konuma itilirler: Mirastan mahrum bırakılarak ‘kovulan’ oğuldur İsmail. Dinsel anlatısı gasp edilen Yahudi’den geriye salt ırksal bir şey kalır.
Kameron Carter, ne yazık ki henüz Türkçeye çevrilmemiş olan kitabı Irkçılığın Teolojik Bir Muhasebesi’nde, modern ırkçılığın asli mekanizmalarının temelinde Yahudiliğin hayaletinin bulunduğu biçiminde oldukça güçlü bir fikir geliştiriyor ve modernitenin ırksal imgeleminin soykütüğünün Hıristiyanlığın kendisini Yahudilikten koparma arayışına kayıtlı olduğunu ileri sürüyor. Bunun iki aşaması söz konusu. İlkinde Yahudiler Batı Hıristiyanlarının tersine bir dinsel grup olarak değil, bir ırksal grup olarak kodlanmışlar ve bu kurgu ve inşaya Hıristiyan teolojisi ile felsefesi önemli katkılar sunmuş. Böylelikle Yahudiler, Batılının kendisini önce dinsel bakımdan, ardından da ırksal bakımdan farklı görmesini sağlayan bir ayna olarak konumlanıyor. İşte bu farklı görme, farkı öne çıkarma eğilimi de daha sonraki ırkçılığın temel mantıksal zemini olarak beliriyor. İkinci aşamada ise Doğu'nun bir halkı olarak ırksallaştırılmış olan Yahudilerin Batılılardan daha aşağı bir ırk oldukları kabulünün çalışmaya başladığını belirtiyor Carter. Böylelikle Yahudi'nin dinsel bir kurgu olan ‘aşağı’ oluşu fikriyatı, modern zamanlardaki ‘beyaz üstünlüğü’ biçimindeki ırkçı imgelemin temellerinde duran bir öğe olarak beliriyor. Ve elbette Hıristiyanlıktaki hangi öğelerin buna yol açmış olabileceği sorularını da sürekli sorarak yol alıyor Carter, çünkü ırkçılığın zemini kılınabilecek bir Hıristiyanlık biçimini aşmak istiyor bu inançlı teolog.
Kendi etnik ayrımını tek tanrılı bir inanç sistemiyle üst üste bindirmiş olması bakımından biricik bir konuma sahip olan Yahudi anlatısının tek tanrısı evrenselleştirilirken Yahudilerden geriye yalnızca etnik bir gövde kalır. Bu ise Yahudi’nin dinsel bir figür olmaktan çıkarılarak bir ırkın mensubu bir figür olarak inşa edilmesi anlamına gelmektedir. Bir miras üzerinde hak iddia ederken diğer varislerle girişilmiş bir miras kavgasını da ortaya koyar bu durum ve bu miras kavgası elbette İslam’da da ortaya çıkmış, çıkmaktadır. Tanrı’nın oğullarının birbirleriyle girdikleri bir miras kavgası… Fakat elbette böyle bir miras gerçekten varsa, bunun tek meşru varisi de neresinden bakılırsa bakılsın Yahudilerdir. Yahudi’yi, bu inanç sistemlerinin merkezine kök salmış bir ‘leke’ durumuna getiren de bu meşruiyetin bilinçdışı bilgisidir. Daimi bir anksiyete yaratır bu örtük bilgi ve bu anksiyeteye karşı geliştirilen yanıt tam da bu hayaleti def etme biçiminde belirir. Daimi bir hayalet kovma seansı…
Önce Hıristiyanlık, ardından da İslam, Yahudileri tek tanrının mirasının dışına atmaya yönelmiştir. Ayrıca İslam açısından Hıristiyanlar küçük de olsa bir pay verilen üvey kardeş gibi görülürken, Yahudiler Eski Ahit anlatısının İsmail figüründe cisimleşen bir konuma itilirler: Mirastan mahrum bırakılarak ‘kovulan’ oğuldur İsmail. Dinsel anlatısı gasp edilen Yahudi’den geriye salt ırksal bir şey kalır. Tek-tanrının yeni versiyonunun peşinden gitmesi ırkını terk etmesi anlamına gelecektir bu türlü bir sembolik sistem içerisinde; kendi tanrısının peşinden gitmesi ise onu diğer dinsel sistemlerin gözünde lanetli bir ırkın mensubu haline getirecektir.
Elbette ırkın cinsellikle de doğrudan bir bağı vardır. Irk soyla, kanla, doğumla ilgili bir şeydir. Bu bağı ortaya koyan öğelerden birine Saint Paul’ün Galatyalılara Mektubunda rastlamak mümkün. Bap 4: 22’den itibaren şöyle diyor St. Paul: “İbrahim’in biri cariyeden ve biri hür kadından iki oğlu vardı, diye yazılmıştır. Fakat cariyeden olan bedene göre ve hür kadından olan vaade göre doğmuştur. Bu şeylerde remiz vardır; çünkü bu kadınlar iki ahittirler; kulluk için doğuran biri Sina Dağı'ndandır, o Hacer’dir. Ve Hacer Arabistan’da olan Sina Dağıdır ve şimdiki Yeruşalim’e (Kudüs) muadildir; çünkü çocukları ile beraber kulluk ediyor. Fakat yukarıdaki Yeruşalim hürdür, bizim anamız odur. … Ve biz, ey kardeşler, İshak gibi vaadin çocuklarıyız. … Bunun için, ey kardeşler, cariyenin değil, fakat hür kadının çocuklarıyız.” St. Paul, yine aynı bölümün başında, üstelik hiç de rastlantı olmayan bir biçimde, mirastan söz eder (ki büyük olasılıkla miras tartışmasını başlatanlar Yahudi dininde ısrar edenler olmuşlardır ve St. Paul, o büyüleyici dehasıyla onların argümanlarını onlara karşı çevirmiştir): “Ve madem ki oğullarsınız, Allah kendi oğlunun Abba, Baba nida eden ruhunu yüreklerimize gönderdi. Şöyle ki, artık kul değil oğulsun ve oğul isen hem de Allah vasıtası ile mirasçısın.”
Miras ve cinsellik arasındaki ilişki bir tür ‘piçlik’ durumunu da içerimlemiyor mu? Ötekinin ırksallaştırılması (dolayısıyla ilahi olanın envanterinin dışına atılması) aynı zamanda ötekinin cinselliğini de aşağılayan bir veçhe içermiyor mu? Elbette St. Paul’ün bu husustaki hiyerarşisi sadece İbrahim’le Hacer’le arasındaki cinsel ilişkiye değgin bir şey, genel olarak Yahudiliğe yönelik değil, bunun farkındayım, ama bir cinsellik hiyerarşisinin tam da miras konusu tartışılırken oluşturulması yine de bir şeyler anlatmıyor mu? Şimdi burada İslamcı (Müslüman değil, İslamcı) söylemin derhal “Ama Hıristiyanlıkta böyle bu, oysa İslam hiç böyle midir?” diye itiraz geliştireceğinin de farkındayım; fakat tam da bir hayaleti başından def etmek ve kendi ayrımını onu olumsuzlayarak çizmek de yine aynı mekanizmanın bir başka versiyonu değil midir zaten? Bu da bir tür miras kavgası olarak belirmez mi?
Bu satırları yazdığım sırada henüz Filistin’deki katliam yaşanmamıştı ve bu yazıdaki maksadım, bir tür siyasal teolojik bir mantıksal zeminin, modern ırk kavrayışıyla birleşmeye yatkınlığı üzerine bir şeyler söylemekti. Yukarıdaki son soru cümlesini yazmış, daha sonra devam etmek üzere yazıya ara vermiştim. İsrail devleti artık Kudüs üzerindeki biricik meşru miras hakkının kendisine ait olduğunu ileri süren bir konumda bulunuyor. Malum, bu sürece giden yolu kendi adını taşıyan 1917 tarihli bir deklarasyonla Arthur Balfour başlatmıştı. Balfour, Lloyd George’un başbakanlığı döneminde Birleşik Krallığın savaş kabinesinin dışişleri bakanıydı. Balfour Deklarasyonu Filistin’de Museviler için ulusal bir yurt kurulmasının uygun görüldüğü biçimindeydi; fakat bir yandan da ‘ülkedeki öteki sakinlerin medeni ve dinsel haklarının ihlal edilmemesi’ gibi bir şartı içeriyordu. Bu nedenle, Edward Said, Deklarasyonun Filistin’i, paradoksal bir şekilde, bayağı ya da hatta harcanabilir yerlilerle dolu boş bir bölge olarak gördüğü saptamasında bulunacaktı. Modern ırkçılığın temellerindeki hayalet olarak yer alan öğe, dünya siyaset sahnesine bir ulus olarak çıktığında, ne yazık ki aynı mekanizma onda da çalışmaya başlamıştır. Belki bugünlerde en çok ihtiyacını duyduğumuz ses Edward Said’in sesidir: “Bölge üzerindeki Siyonist iddia ve talebi yok sayıyor değilim, ama şunu söylüyorum: Bu diğer iddialar arasından bir tanesidir; biricik iddia değildir. Hatta Arapların iddiasının daha güçlü olduğu kanısındayım; çünkü orada yerleşik geçirilen zaman bakımından çok daha uzun bir tarihe sahipler. Filistin’in tarihine baktığınızda, Kitab-ı Mukaddes’i izleyen arkeologlar tarafından yapılmış pek çok ilginç çalışmaya rastlarsınız. Yahudilerin bölgedeki hâkimiyeti, Eski Ahit’e dayalı kaynaklara göre 200-250 yıl kadar. Ama o dönemde bile Filistin’de Yebusiler, Kenanlılar, Filistiler ve pek çok başka halk vardı. Ve bunlardan yalnızca birini alıp “Toprağın gerçek sahibi budur” demek… İşte köktencilik bence budur. Çünkü böyle bir iddiayı destekleyebilmenin tek yolu “Bu bölgeyi bize Tanrı verdi” demektir. Ve evet, Hıristiyanlar da bölgeyi onlara Tanrı’nın verdiğini düşünüyorlar; Müslümanlar da onlara Allah’ın verdiğini düşünüyorlar. Bunlar rasyonel argümanlar değiller. Toprak üzerinde çeşitli hak iddiaları var. Bu iddiaların Tanrı’ya ya da Allah’a veya çeşitli imparatorluklara dayandırılması umurumda değil. Hiç kimsenin orada bulunan diğerlerini büsbütün yok sayan bir iddiasının haklı bir temeli yoktur. Kimsenin kimseyi oradan çıkarmaya hakkı yoktur.” 2003’te Washington Üniversitesi'nde yaptığı konuşmadan bu sözler. Said o zaman da siyasal olana çağrıda bulunuyordu; bugün de tek rasyonel argüman bu.