YAZARLAR

‘Bu hanıma/beye haddini bildiriniz’ kabuğu çatlarken

Türkiye toplumunu zoraki olarak gelişim yasalarının aksi istikamette sürüklemeye çalışanlar, kendi yenilerini icat etmek için kendi eskilerinin faydasız bir yığın olarak durduğu o karanlık tavan arasına bakmaktan başka yordam bilmiyor. Eskimiş ilaçlardan yeni zehirler üretmek de hiçbir ‘derde’ deva olmuyor tabi. Her ‘yeni Türkiye’, boynunda asılı eski zincirlere dolanarak tökezliyor.

“Gerçeklik tıpkı bir yılan gibi mevsimi geldikçe kabuğunu çatlatır.”

Chirstopher Caudwell

Buradaki hemen her yazıda, 12 Eylül sonrasındaki ekonomik, toplumsal ve siyasal gelişmelere, özellikle 90’lı yıllara ait olaylara ve elbette 28 Şubat kırılmasına ilişkin analojiler kullanmak, zaman zaman bir ‘tekrar’ görüntüsü yaratıyor belki. Ama Türkiye toplumunu biçimlendirmeye, onu uluslararası sistemde kendisi için ayrılmış dikenli koltuğa oturtmaya yönelik planlı ve topyekun bir saldırı olarak, 12 Eylül 1980’de (hatta esasen 24 Ocak 1980’de) başlayan ve 40 yıla yakın zamandır aşağı yukarı türdeş olan aktörlerle aynı vektörel hareketi sürdüren bir taarruzun kendini tekrarıdır esas olan... Bu yüzden, çağdaş bilinci belirleyen, ona yön ve hasar veren kimi olaylar, kişiler, düşünce ve eylem biçimleri; hani bazen sistematik gibi görünen, yıldırıcı bir ‘tekrar’ içermektedir.

Bu tekrarlar, kimi zaman eski aktörlerin ya da mefhumların birer zombi gibi bizzat yeniden dolaşıma girmesiyle gerçekleşiyor. Örneğin, bir zamanlar “Dün dündür bugün bugündür” diyen Demirel’in 35 yıl sonra “Dünkü güneşle bugünkü çamaşır kurutulmaz” diye darbe komisyonunda endam etmesiyle ya da milliyetçi saldırganlığın “bir gece ansızın gelebiliriz” sloganının, sivri burnu Rumlar yerine Kürtlere çevrilmiş olarak aynen tekrar edilmesiyle…

Kimi zaman da o aktörler, olaylar ya da mefhumlar, aslını aratmayan, günün ruhu ile uyumlu suretler olarak zuhur ediyor. Kitle dolandırıcılığının ‘Banker Kastelli’den ‘Çiftlikbank Dombili’ye uzanan yolu ya da bir vakitler Kürt sorununda bir ‘hamle’ olarak Leyla Zanaları hapseden ‘yargı’nın sanki yeni bir hamleymişçesine bu kez Demirtaşları hapsetmesi gibi…

Bu durum, değişimin temel olduğuna, ‘aynı nehirde iki kez yıkanılamayacağı’ yönündeki o güçlü alegoride vurgulanan her ânın biricikliği hakikatine de ters düşmüyor. Burada durgun olan, kendini kronik şekilde tekrarlayan tarihin kendisi değil ona rağmen girişilmiş bir karşı harekattır nitekim. Toplumun devinme ve gelişme yönünün aksine, onu gerçekliğin dışında ideolojik, dini saiklerle yeniden kurgulayan bir harekat...

Türkiye, o harekat kapsamında, yaklaşık 40 yıldır, kendisini bugünkü ve geçmişteki toplumsal, ekonomik ve siyasal krizlerine sürükleyen bir cenderenin içinde tutulmaya çalışılıyor. Ve ülkenin ekonomik, toplumsal ve kültürel gelişimi, bu 40 yıllık cenderenin beton duvarlarını zorlayıp çatlattıkça; toplumun ve üretici sınıfların yarattığı maddi zenginlikler ve toplam nitelik gelişim, üstüne geçirilen zorba elbisenin dikişlerini gererek patlattıkça ortaya çıkan ‘düzeltme hareketleri’ de tekrar eden yöntem ve araçlarla gerçekleşiyor. Türkiye toplumunu zoraki olarak gelişim yasalarının aksi istikamette sürüklemeye çalışanlar, kendi yenilerini icat etmek için kendi eskilerinin faydasız bir yığın olarak durduğu o karanlık tavan arasına bakmaktan başka yordam bilmiyor. Eskimiş ilaçlardan yeni zehirler üretmek de hiçbir ‘derde’ deva olmuyor tabi. Her ‘yeni Türkiye’, boynunda asılı eski zincirlere dolanarak tökezliyor. “Bin yıl yaşayacağız” vaatleri ergenlik yaşını olsun göremiyor; “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” senetleri “işte her şey yine eskisiyle aynı” nakitlerine dönüşüyor…

Bu uzun peşrev, geride kalan haftanın en çok konuşulan meselelerinden birinin ve baş aktörünün de aslında ne kadar eskiye dair olduğunu hatırlatmak içindi.

Önce hikâyemizi anlatalım…

28 Şubat’tan sonraki ilk seçim 18 Nisan 1999’da yapılmış. Müdahalenin sarstığı Refah kapatılmış ve onun yerine kurulan Fazilet Partisi ancak 3. parti olarak Meclis’e girmiş. Partinin ‘seçilebilecek bir yerden’ aday gösterilmiş vekili Merve Sefa Kavakçı, 2 Mayıs 1999 günü yapılan yemin töreni için TBMM’ye başörtüsüyle gelmek istiyor. Bir gün önce FP’nin ‘ileri gelenleri’ Kavakçı’ya, TV’den canlı yayınlanan ilk günkü törene gelmemesini, sonra tek başına yemin etmesini öğütlüyor. Hatta Kavakçı’nın, tüm bu süreci de anlattığı (Başörtüsüz Demokrasi, Timaş Yay.) kitabında yazdıklarına bakılırsa, bunu telkin etmek için Abdullah Gül ve Salih Kapusuz gidiyorlar, bizzat evine… Ama Kavakçı reddediyor bu teklifi. Ve ertesi gün, “Sen ne yapmak istersen ben senin kararın yönünde davranacağım” diyen Nazlı Ilıcak’la birlikte Genel Kurul salonuna giriyor başörtüsüyle. Büyük bir uğultu kopuyor salonda. Ayağa kalkarak “Dışarı, dışarı” diye tempo tutan yüzlerce vekilin arasından geçerek yerine oturuyor Kavakçı. Genel kurul salonundaki kaos sürerken Başbakan Ecevit çıkıyor Meclis kürsüsüne ve son derece yüksek bir tonla o unutulmaz konuşmayı yapıyor:

“Türkiye’de hanımların giyim kuşamına özel yaşamında hiç kimse karışmıyor. (…) Ancak burada görev yapanlar devletin kurallarına uymak zorundadırlar. Burası devlete meydan okunacak yer değildir! Lütfen bu hanıma haddini bildiriniz!”

Merve Kavakçı yemin etmeden salondan ayrılır. Ecevit’in konuşmasında, vurgularıyla da işaret ettiği üzere en ‘önemli’ bölüm olan “Bu hanıma haddini bildiriniz” sözleri, o an için devletin ve zamanın ruhu olarak görünür. ’28 Şubat’, en güçlü olduğunu düşündüğü/sandığı anda had bildirme yetkisiyle kuşanmış olarak yumruğunu vurmaktadır Meclis’in ortasına. Oysa çok geçmeden anlaşılacaktır ki –evet belki gücünün zirvesindedir– ama aynı zamanda en zayıf, en kırılgan anındadır.

Bu olay gerçekleştiğinde, bugünkü AKP’nin kurulmasına kadar varacak olan Yenilikçiler hizbi FP içinde neredeyse ilk kez açıktan davranmaktadır. Refah’ın, ‘ak saçlı gelenekçilerin hataları’ ve ‘gereksiz cüretkarlıkları’ nedeniyle başarısız olduğunu söyleyen ‘Yenilikçiler’… Oysa Kavakçı’ya o gün genel kurula gelmemesini, daha sonra ‘el ayak çekilince’ yemin etmesini söyleyenler (yine Kavakçı’nın kitabında anlattıklarına göre) Recai Kutan, Temel Karamollaoğlu, Mustafa Kamalak gibi ‘ak saçlı’ gelenekçilerdir…

Sonra Kavakçı’nın seçimden kısa süre önce ABD vatandaşlığı aldığı ‘ortaya çıkar’, 96 yılında yaptığı bir konuşma basına ‘düşer’ ve FP de kapatılır. Milli Görüş geleneğinin çok kısa sürede ikinci partisini ‘kaptırdığı’ bu ağır koşullarda ‘Yenilikçiler’ de partiden ayrılır ve müthiş doğru bir zamanlamayla AKP’yi kurarlar.

Her neyse. O dönem geleneksel Milli Görüş partisinin ‘karşı karşıya kaldığı’ kriz, aynı anda yeni partinin kurulması, 28 Şubat’a açık destek vermiş ABD’nin birden bu yeni partinin yetkililerini ağırlamaya başlaması bir yana; bu ‘had bildirme’ meselesi açısından güncel bir aktörün izi var bu olayın devamında.

Merve Kavakçı yemin edememiş, vatandaşlık durumu hakkındaki tartışmaların ortasına düşmüş ve zaten çok zor durumdaki FP’yi eriten bir asit gibi partinin üstünde kalmıştır. İktidarın büyük ortağı DSP’nin etkili isimlerinden Hüsamettin Özkan, FP yöneticilerine, Kavakçı için durumun vahim olduğunu, vatandaşlıktan atılıp milletvekilliğinin düşeceğini, dokunulmazlığı kalkınca da yargılanacağını söyleyerek, “Gelin Merve Kavakçı’yı beraber yurt dışına çıkaralım” teklifi götürüyor. Kavakçı’nın kitabında aktardığına göre, bu teklifi kendisine söyleyemeyen FP yöneticileri, bir gazeteciden ricacı oluyorlar. O gazeteci Merve Kavakçı’yı arayarak bu “yurtdışına çıkarılma” teklifini iletiyor. “Lütfen bu hanıma haddini bildiriniz” tepkimesi “sizi yurtdışına çıkaralım” şeklinde ‘gaz çıkışı’ veriyor. Peki telefonun öbür ucunda Merve Kavakçı’ya bunu söyleyen gazeteci kim? O dönem FP’ye yakın Kanal 7 televizyonunda İskele Sancak isimli programı yapan Ahmet Hakan… Bir dönemin haklı olarak olumsuz simgesine dönüşen, “Lütfen bu hanıma haddini bildiriniz” isimli oyunun ‘son perdesi’nde rol alıyor.

Sonrası malum…

20 yıl sonra, bu kez bir başka tahakküm tarafından satın alınmış gazetesinden, muhalefete akıl veriyormuş gibi bir simülasyonla, bizzat denklemin diğer tarafına geçiyor. Bir tiyatro oyuncusu için, sosyal medyada yazdıkları nedeniyle “Lütfen bu adama haddini bildiriniz” diye bağırıyor köşesinden. “Bu adam” dediği oyuncu ertesi şafak vakti gözaltına alınıyor. Tekinsiz bir gündüzdüşü gibi “Lütfen bu hanıma haddini bildiriniz” salvosunu açıkça tekrar ediyor. 1999’daki ‘had bildirme’ reaksiyonunun yol açtığı bütün tepkimeleri bilen biri olarak insanı tuhaf kehanetlere sevk ediyor.

“Lütfen haddini bildiriniz” kalıbı, yazının en başında İngiliz komünist Caudwell’den yapılan alıntıdaki gibi, gerçekliğin eski bir gömleği olarak yırtılırken, onu sırtında taşıyan temsili yılan, eskiler içinde bir eskilik zamanının kabuğunu çatlatıyor belki de…


Hakkı Özdal Kimdir?

1975 yılında doğdu. İTÜ Malzeme ve Metalurji Mühendisliği'nden mezun oldu. 1996'dan itibaren, Evrensel Kültür dergisinde, Evrensel, Referans ve Radikal gazetelerinde editörlük ve yazarlık yaptı. Halen Yeni E dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yapıyor.