Bir başarısız İbrahim: Zebercet
Zebercet’in hayatında ve ölümünde modern Türkiye’nin arzu akışlarının kodları saklıdır. Kodların dağılmasının, yeniden kodlamaların ve bu kodlamalar içerisinde kendiliğinden tarihten düşenlerin tarihidir bu. Bütün bu tarih, Zebercet’i simgesel ölümü çoktan gerçekleşmiş bir figür olarak koyar önümüze.
Rivayet odur ki oğlu Kasım 17 aylıkken ölünce Mekke Arapları ‘soyu kesik’ manasında ‘ebter’ diyerek Ebul Kasım’la alay etmişler de bunun üzerine teselli için kendisine Kevser Suresi inmiş: “Doğrusu sana kin besleyendir soyu kesik olan!”
28 Kasım 1930 doğumlu Zebercet, 10 Kasım 1963’te, İsa’yla yaşıt ölür. Doğduğu senenin 10 Haziran’ında Türkiye ile Yunanistan arasında Ahali Mübadelesi Anlaşması imzalanmıştır. Yine aynı senenin 15 Haziran’ında Türkiye on milyon dolar tutarındaki ilk dış kredisini Amerikan Yardım Bankası'ndan almıştır. 8 Eylül İzmir’de beş bin işçinin grevi; 10 Ekim Mesut Barzani’nin amcası Şeyh Ahmed Barzani önderliğinde gelişen ve yaklaşık dört ay süren Oremar Ayaklanmasının Türkiye tarafından bastırılması; 17 Kasım Serbest Cumhuriyet Fırkasının feshedilmesi… Orduda yararlılık sayesinde Osmanlı döneminde edinilmiş bir zenginliğin sahibi olan, fakat burjuvalaşmayı beceremeyen Keçecizadelerin son mülkü olup da Keçecizadeler büyük şehirlere taşınınca, Cumhuriyetle birlikte bir otele dönüştürülen Keçecizade Malik konağında, kendi soyunun son ‘erkeği’ olarak ölür Zebercet.
Yusuf Atılgan, Anayurt Oteli’ndeki tarihsel boyutun biraz göz ardı edilmesinden rahatsızlık duymuş olacak ki 1987’de Cumhuriyet gazetesine verdiği bir mülakatta şunları söyleyecektir: “Konağın kapı kemerinde şu yazar: Bir iki iki delik / Keçeci Zade Malik. Arap rakamlarıyla ‘bir iki iki delik’ 1255 ediyor; şimdiki tarihle 1839 (Tanzimat Fermanı’nın ilanı). 1876’da (1. Meşrutiyetin ilanı) Haşim Bey konağın hakimidir. Rüstem Bey de 1908’de evlenir (İttihat ve Terakki’nin baskısıyla Kanunu Esasi yeniden yürürlüğe konur. 17 Aralık’ta da Osmanlı Meclis-i Mebusanı açılır). En sonunda konak 1923’te (Cumhuriyetin ilanı) otel olur.”
Zebercet bir Cumhuriyet çocuğu olarak doğmuştur ama Ankara treni gecikmeli gelir. Demek Zebercet aslında Cumhuriyetin değil, tabiri caizse bu gecikme sırasındaki ‘eşiğin’ çocuğudur. Atılgan’ın tarihlemelerine bir de ek yapmak gerek: Zebercet yaklaşık on sene önce oteli babasından devralmış olduğuna göre, oteli işlettiği süre aşağı yukarı Adnan Menderes’in iktidarı dönemine denk gelmektedir. 1952 Türkiye’nin Nato’ya üye olduğu sene, 1961 Menderes’in idam edilmesi…
Zebercet’in hayatında ve ölümünde modern Türkiye’nin arzu akışlarının kodları saklıdır. Kodların dağılmasının, yeniden kodlamaların ve bu kodlamalar içerisinde kendiliğinden tarihten düşenlerin tarihidir bu. Bütün bu tarih, Zebercet’i simgesel ölümü çoktan gerçekleşmiş bir figür olarak koyar önümüze. Simgesel kastrasyonun hikâyesidir söz konusu olan. Simgesel düzeyde hadım edilmiş; başkalarının arzuları lehine kendi arzusundan feragat etmiş bir kölenin durumu gibidir onun durumu. Bu simgesel ölüm, roman boyunca kendi doğrulamasını arar ve sonunda bulur. Cisimsiz ölüm, önce ortalıkçı kadında, ardından Zebercet’te kendi cismini bulur.
ARZUNUN DİYALEKTİĞİ
“…sağ duvarın ortasındaki kalın çerçeveli resim: Geniş, süslü bir sedire uzanmış, tüller içinde, iri kalçalı, iri memeli bir kadın; iki yanında ellerinde yelpaze yarı çıplak iki zenci kız. 'Çalımına bak şu sömürgeci kapatmasının' demişti Dişçi.” Buradaki sömürgeci sözcüğü kitabın tam ortasında bir kez daha yinelenir: “Duvarda asılı resimde sömürgecinin kapatması uyuyordu.” Yine buradaki çalım sözcüğü de Zebercet’in parkta karşılaştığı yaşlı adam aracılığıyla bu toprakların, bu ‘yurt’un huzursuz hafızasının çağrıldığı yerde, geçmiş yad edilirken, Keçecilerden Faruk’la, okula arabayla getirilip götürülüyor diye nasıl alay edildiği anlatılırken yinelenir. Diğer çocuklar bu çekingen çocuğa “Çalıma bak. Gömleğinin yakası, çekilmiyor cakası” diyerek bağrışmaktadır. Ötekinin arzusu… Kendi arzusunu ancak ötekinin arzusunu aşağılamak suretiyle tesis edebilen öznenin hem dâhil olduğu hem kurduğu arzu rejimi…
Romandan izleyebildiğimiz kadarıyla genç yaşta intihar etmiş, çekingen, biraz içine kapanık biridir oysa Faruk. Çalımlı olması mümkün değil. “Hiçbir kültür ürünü yoktur ki aynı zamanda bir barbarlık belgesi de olmasın” der Walter Benjamin. Yeni Cumhuriyet, yeni seçkinlik konumları, bu eski toprak soylularını adeta ‘avam’ın önüne atmıştır. Yeniler, eskilerin arzularını aşağılayarak arzulayabilmektedirler. Evet, tam bir sömürgeci arzu rejimidir bu. Çalım satabilmek için sömürgecinin arzusunun nesnesi olmak gerekmektedir; “Bakın, beyaz efendi beni arzuluyor” diyebilmek için…
Hegel’in köle-efendi diyalektiğinde ‘tanıması’ talep edilen köleye karşılık sömürgeli (öteki), arzusu aşağılanan varlıktır. Bunun en buldurucu örneklerinden biri geçtiğimiz günlerde sosyal medyada dolaşıma giren bir görüntü oldu benim için. Lübnan’da televizyonlarda gösterildiği söylenen ve çeviriye bakılırsa Lübnan’daki Suriyeli göçmenleri aşağılayan bir klip… Arapçam olmadığı için çeviriye teslim olmak durumundayım; fakat çeviri yanlış yapılmış olsa dahi, üzerinden atlanamayacak bir ideolojik değeri var bunun. Klipte oldukça seksi kıyafetler (ölü doğanın cinsel çekiciliği) içindeki kadınlar (yalnızca bir erkek gördüm önüme düşen görüntüde) dans edip şarkı söylüyorlar: “Ülkemdeki Suriyeli mültecilere bak / Biz azınlık olduk onlarsa çoğunluk / Genç bir çift birkaç yaz önce bir odaya taşındı / ve şimdi odada bir düzineden fazlalar…”
Ötekinin cinselliğine yönelik aşağılayıcı bir kurgunun ifadesi… Hem tür-merkezcilikle malûl (ötekinin cinselliği salt biyolojik düzeye, dolayısıyla da hayvansal düzeye indirgenmektedir) hem de ırkçılıkla malûl bir kurgu bu. “Arzulamayı bilen biricik varlıklarız biz bu ekranda gördüklerin” diyen, gide gide, aşağıladığı varlık tarafından arzulanmayı bile tiksinti vesilesi olarak öne sürebilme potansiyeli çok yüksek bir söylem bu. Bayağı olanın daima ‘ben’in dışında durmaktadır. Bayağı olanın ben ile bir bağlantısı da ben’in tersi olmasında yatmaktadır. En nihayetinde bir insan-olmayan bir insan gibi arzulamayı beceremez. Biyo-politik makine neden aynı anda bir arzu makinesi olarak da düşünülmesin ki? Bayağılığın ben’in dışında konumlanmış olmasına karşın, anlam özne ile öteki arasında bulanıklaştığı ve en nihayetinde çöktüğü için, ben’i tahrip etme tehdidini içeren bir tiksinme durumu içerisinde kalır. Bayağı olan daima irrasyonel, şüpheli ve yabancıdır; fobiyi üretip bulaştırır. Frantz Fanon tam da bu nedenle şunu söyleyecektir:
“Yerlinin sömürgecilerin bölgesine yönelttiği bakışlar şehvetli ve kıskançtır. Yerli sahip olmayı düşler, sahip olmanın her biçimini düşler: Sömürgecinin masasına oturmayı, onun yatağında ve tercihen karısıyla birlikte yatmayı. Sömürgeli kıskançtır. Sömürgeci, sömürgelinin kaçamak bakışlarını yakaladığında ve bu nedenle sürekli tetikte beklerken bunun farkındadır ve için için şunu fark eder: “Yerimizi almak istiyorlar.” Elbette doğrudur bu; sömürgecinin yerini almayı günde en az bir kere düşlemeyen tek bir sömürgeli yoktur.”
ZEBERCET'İN ARZUSU
Zebercet’in arzusu ‘gecikmeli’ Ankara treniyle, yani arzunun yeni dolayım merkezinden gelen, ama gecikmeli gelen kadınla çalışmaya başlar. Kadının adını bilmemektedir, çünkü sormamıştır. Baba tarafından ninesinin adını da bilmediğini öğreniriz Zebercet’in. Biri arzunun devindiricisi bir boş-gösteren olan, diğeri ise tam bir yokluğa itilmiş, adı bile hatırlanmayan iki kadın arasındaki boşluğa yerleşir Zebercet’in arzu makinesindeki devinim. Ama gecikmeli bir devinimdir bu. Konağın temsil ettiği tarihle birlikte çoktan yeraltına gömülmüş bir dünyanın belki son devinimi, son kıpırtısı… Geçip gitmekte olanın son anda birazcık daha kalması, bir misafir olarak, gelip geçici bir kalıntı olarak birazcık daha kalması konusunda otelden daha güçlü bir ‘imge’ söz konusu olabilir mi? Atılgan’ın en sevdiği şairlerden olan Edip Cansever’in Otel şiiri de bir ışık düşürüyor bu konunun üzerine: “Belli ki bir adı var onların, varsa da / Gezinir mi hiç mi hiç adı olmayan burada / Bir dirilişe bile ayak uyduramayan burada…” Bir dirilişe bile ayak uyduramayacaktır Zebercet.
Zebercet’in dönüşümündeki ilk sinyal, gecikmeli Ankara treniyle gelen kadından aldığı beşliği berbere uzatırken “Üstü kalsın!” demesidir. Kadın da otelden ayrılırken iki onluk uzatıp “Üstü kalsın” demiştir. Kadına yönelik arzusu Zebercet’i kadını taklit etmeye yöneltir ilkin; çünkü onu arzulamaya değer biri olmalıdır. Kurtuluş Savaşında direniş göstermemiş kasabanın Zebercet’i eşikten ‘taklit yoluyla’ Cumhuriyet’e girmektedir şimdi. Cumhuriyet’i tanıması, Cumhuriyet’in geride bıraktıklarını tanımasıyla mümkün olacaktır. Zaten önce şu cümleye rastlarız metinde: “Ankara’dan gelen motorlu trenin sesini duyunca saate baktı; bu gece gecikme azdı.” Ardından da kadının gelmiş olduğu trene ilişkin ifadelerde ‘gecikmeli’ sözcüğü kaybolacaktır. O durumu anlatan ifadeler kitapta dört kere geçer; ilk ikisinde ‘gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın” biçiminde, son ikisin de ise “Ankara treniyle gelen kadın” biçiminde. Gecikmeli gelen, az gecikmeli gelen, ‘gecikme’ sözcüğünün kaybolan vurgusu, sürekli iki dakika geri kalan, her gün yeniden düzeltilen saat… Saatleri Ayarlama Enstitüsü… Zebercet’in ‘zamanı’ dağılmakta; onu bir arada tutan iplikler çözülmektedir. Gecikmeli gelen arzu gecikmişliğin zamanını yırtıp atar.
YIRTIK
Yırtıktan içeri hafıza girer: “…çamların, mersinlerin, kasımpatlarının, güllerin, zambakların adını bilmediği sık yapraklı, al çiçekli bitkilerin kök saldıkları, emdikleri toprakta Yangın’a değin kim bilir kaç yüzyıl buraya gömülen ölülerin çürüyüp ufalanmış kemikleri, etleri, saçları, tırnakları vardı. Eskiden gömütlüktü.” Zebercet, kendisine baktığı ayna olan gecikmeli Ankara’da kendisinin bir fotoğrafın negatifi olduğunu görmektedir. Fotoğrafın renklenmesi, cisim kazanması ancak onun geride, dışarıda, ‘daşra’da bırakılmasıyla mümkün olmuştur ve onun zamansal açıdan gecikmişliği, kök salmasına olanak tanımaz. Yine de fotoğrafa girmek ister; fotoğraftan geriye kalan olmak istemez. Önce arzusunu taklit etmişti gecikmeli Ankara treniyle gelen kadının; şimdi de onun gibi arzulanmak ister. Ama bitmez bir açlığın, geçmez bir ruh açlığının doymak bilmez dünyasındadır artık. Yaşlı adamın ağabeyi hakkında söyledikleri tam da bu durumun ifadesidir: “Savaştan döndüğünde anlattıkları çoğu nasıl aç kaldıkları, nasıl tavuk, koyun, keçi çaldıkları, neler yedikleriydi.”
Dener Zebercet, yine taklit ederek dener. Kapıdan odalarını dinlemiş olduğu öğretmen çiftin sevişmesini taklit eder bu sefer. “Oh, bırakma, hiç bırakma beni… ohh… nasıl seninim” demişti kadın. Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadından beridir ilişmediği ortalıkçı kadınla rüyasında birlikte olmuş, yine rüyasında ortalıkçı kadın ona “Ohh, nasıl seninim” demiştir. Arzusunun benzemesi arzusu… Uzun bir aradan sonra ortalıkçı kadının odasına tekrar gittiğinde onu uyandırır; uykuda istemiyordur artık. Ama kadın uyanıkken de başarısız olur: “…bastırınca yumuşadı, girmedi. Yüreği çarparak bir süre bekledi. Yokladı; elini çekip bastırınca yumuşadı gene, pörsüdü. Buz gibi oldu her yanı…” Gerçek arzusuyla yüz yüze geldiği için başarısız olmuştur. Erkeğin arzusu, nesnesi üzerinde parlamış, kendini savunmasız bulmuştur. Gerçek arzusunun (bir başkası olma arzusunun) başarısızlığıdır bu ve yarattığı bu altüst oluş nedeniyle ortalıkçı kadını öldürür; çünkü olmak ve oldurmak istediği o başkası tarafından çoktan sembolik düzeyde hadım edilmiş durumdadır. Arzuyu başarısız kılan da budur. Sonrasında kendisi de idrak edecektir bunu: “Yeryüzünde canlı kalmanın birbakıma suç işlemeden olamayacağını bilmeyen, kendilerini suçsuz sanan insanlardan çekiniyor, utanıyordu.”
BİR BAŞARISIZ İBRAHİM
Yusuf Atılgan’ın kitaplarına girmemiş yazıları, şiirleri, söyleşileri ve çevirilerinden oluşan ve Siz Rahat Yaşayasınız Diye (yayına hazırlayan Faruk Duman) adıyla yayınlanan kitaptan Atılgan’ın kutsal kitapları okumaktan çok büyük keyif alan, sürekli bunları okuyan bir yazar olduğunu öğrenmeseydim böyle bir ‘okumaya’ cesaret edemeyebilirdim; her ne kadar Zebercet’in 33 yaşında intihar etmesi, öldüğü günün 10 Kasım’a, Atatürk’ün öldüğü güne denk gelmesi çok şey anlatıyor olsa da. Üç büyük dinin üçüne de damgasını vurmuş olan bir hayaletin, Hacer’in hayaletinin izlerini Anayurt Oteli’nde de sürme cesareti verdi bana bu. Ama tersinden…
Abram doksan dokuz yaşındayken RAB ona göründü ve “Ben Her Şeye Gücü Yeten Tanrı’yım” dedi, “Benim yolumda yürü ve masum ol. Seninle benim aramdaki sözleşmeyi doğrulayacağım ve seni ziyadesiyle çoğaltacağım. Abram yüzüstü yere kapandı ve Tanrı, ona, “Bana gelince, işte seninle sözleşmem şudur” dedi: “Pek çok milletin babası olacaksın. Artık Abram biçiminde çağrılmayacaksın; adın Abraham olacak. Çünkü seni pek çok milletin babası kıldım.” … Rab, Abraham’a ayrıca dedi: “Karın Saray’a gelince, artık onu Saray biçiminde çağırmayacaksın; onun adı Sarah olacak. Onu kutlu kılacağım ve onun aracılığıyla sana bir oğul vereceğim. Onu kutlu kılacağım ve böylelikle o milletlerin anası olacak; ondan halklara krallar çıkacak”(Tekvin, 17).
Hem Abraham hem de Sarah, adlarını bir vaatten almaktadırlar: Halkların atası ve anası olma vaadinden. Abram, İbranicede “yüceltilmiş baba” Abraham ise “pek çokların babası” anlamına gelmektedir. Sara “hanım, prenses” gibi anlamlara sahip bir sözcük iken Saray “Hanımım” anlamına geliyor; Sarah’ta ise –y iyelik eki düşmüş oluyor. İyelik eki olan –y, Yahova’nın da ilk harfi. Bu yeni-adlandırmayla birlikte ilk-harf kadının adından çıkarılıyor ve kadın ile erkek Yehova’nın ikinci harfi olan “h”yi paylaşıyorlar. Sarah, Rab’bin verdiği oğul sayesinde, artık Abraham’dan üstün olmaktan çıkıyor. Tekvin’in Türkçe çevirilerinde, Rab’bin İbrahim’e Sara’dan bir oğul sözü verdiği biçiminde tercüme edilen ifade, “Sarah aracılığıyla…” biçiminde düzeltilmelidir. Oğlu veren kadın değil, Tanrı’dır; ama Tanrı, kadın dolayımıyla verir. Kadın dolayımdır. Yasanın ve adın dolayımıdır; yasa erkeğindir, fakat erkekten ziyade dolayıma hükmetme peşindedir.
Yasa (şeriat) bir imkânsızlıkta belirir. Yokluktan açılışa bir geçiştir bu. Tanrı, imkânsızı gerçekleştirerek yüz yaşını aşkın İbrahim’le doksanını aşkın Sarah’a bir oğul verir. Oğul, İbrahim’i baba kılar. İbrahim’in babalığı dolayısıyla görünür kılınan bir imkânsızlıkta yasa açığa çıkar. Yasa ve yasak, insanı salt bir doğa varlığı olmaktan çıkararak bir kültür varlığına dönüştüren şeydir. Ama İbrahim’in zaten Hacer’den bir oğlu yok muydu? İbrahim zaten bir baba değil miydi? Önce Saint Paul’e kulak verelim. “İbrahim’in biri cariyeden ve biri hür kadından iki oğlu vardı, diye yazılmıştır. Fakat cariyeden olan bedene göre ve hür kadından olan vaade göre doğmuştur. Bu şeylerde remiz vardır; çünkü bu kadınlar iki ahittirler; kulluk için doğuran biri Sina Dağı’ndandır, o Hacer’dir. Ve Hacer Arabistan’da olan Sina Dağıdır ve şimdiki Yeruşalim’e (Kudüs) muadildir; çünkü çocukları ile beraber kulluk ediyor. Fakat yukarıdaki Yeruşalim hürdür, bizim anamız odur. … Ve biz, ey kardeşler, İshak gibi vaadin çocuklarıyız. … Bunun için, ey kardeşler, cariyenin değil, fakat hür kadının çocuklarıyız.” Böylelikle Hacer’in cinselliği doğanın terimleriyle anlamlandırılırken Sarah’ın cinselliği tinselliğin (ve dolayısıyla da yasanın) terimleriyle anlamlandırılmaktadır.
Zebercet’in Hacer’i ortalıkçı kadın, Sarah’ı ise gecikmeli Ankara treniyle gelen kadındır. Arzusunun başarısız oluşu derken de kast ettiğim buna değgin bir şeydi. Gerçek arzusu kendi yasasını başlatmak ya da bir yasaya dâhil olmak, sayılmak, tanınmak olan Zebercet kendi Hacer’ini kovamadığı gibi dönüp dolaşıp onun içinde bulur kendisini; hatta daha da korkuncu onun da içine giremezken bulur kendisini. Efendiler gibi arzulamayı arzulamış, fakat bunda beceriksiz olunca, şimdi bir köle gibi arzulamayı da beceremediği bir durumda kalakalmıştır. Bu durumun tek ve mutlak tanığı olduğunu varsaydığı ortalıkçı kadını, tam da bu tanıklığı ortadan kaldırmak üzere öldürür. Çünkü Ankara’nın gecikmeli gelişi, arzunun simgesel ekonomisindeki bir mübadeleyi kesintiye uğratmış; alışları ve verişleri aksatmıştır. Bir Sarah’ı olmayan Zebercet’in Hacer’i olan ortalıkçı kadın da bu simgesel ekonomi içindeki değişim değerini, yani ‘kovulmalık değerini’ kaybeder. Zebercet bir ‘ebter’ olarak ölür; konaktan bozma otelde bir yarı-yerleşik ve bir yarı-misafir olarak geçirdiği hayatının sonunda. Biraz Kafka’nın hukukun kapısında bekleyen adam meseline benzer bir biçimde, Zebercet de ‘eşik’ten içeriye doğru atılmış, ama girememiştir.
Neden 10 Kasım’da ölür? Kurucu Babanın ölüm yıldönümüne denk getirilen bu ölüm, Cumhuriyet’in de köksüzlüğüne, bir (simgesel) ölü çocuk olarak doğmuşluğuna mı işaret etmeye çalışmaktır? Kim bilir?