Seksör Türkler ve aşk
Allodoksafobi olarak isimlendirilen bir fobi var. Ben ona Türk’ün fobisi diyorum. Diğer insanların fikirlerini duymaktan nefret etmek olarak geçiyor.
Yazılarım en çok okunanlar listesine girdiğinde seviniyorum ama her daim mahcup bir sevinç bu, hatta biraz suçlu. Zekice seçilmiş başlık: Tıklama yemi. Hep gelip geçici olanın peşindeyiz zaar. Bedenimiz ve onun var olduğu mekâna ait işler temel derdimiz: çoluk-çocuk, para, kariyer… Sevgimizden eminiz. Dünya sözcüğünün kökü, daha aşağıda olan anlamındaymış; nisbet ettiği yer nere?
İbn Sînâ "bilmeyen sevemez" demiş. Ne ağır lâf! Ne çok şeyi, kişiyi sevdiğimi sandım! Pek Muhterem İbn Sînâ, bilmekten kastınız nedir acaba? Eski Yunanlılar da takmış kafayı bu işlere; tek katmanlı değil bu sevgi dedikleri demiş ve sıralamışlar:
Eros: Beden aşaması, cinsel çekimi yaratan sevgi.
Storge (storhi): Aile bireyleri arasındaki sevgi, akrabalık sevgisi.
Filya: Dostlar, eşdeyişle eşitler arasındaki sevgi. Yasa ve etik olmazsa olmazı.
Agape: Koşulsuz sevgi. Tanrısal olan ve olana.
Eros’un üst seviyelere uçuşunu zevk etmek isterseniz Platon’un Symposion isimli eserini; Filya’yı tam olarak anlamak isterseniz Aristoteles’in Nikomakhos’a Etik’inin VIII'inci kitabını okumanızı öneririm. Aslında, arada iki aşama daha var onlara değinmedim; Pragma ve Ludus. Ludus’u cilveleşme olarak çevirebiliriz. Ne güzeldir flört aşamaları, hele gençlikte! Bırakın gençleri cilveleşsinler. Kızlar memelerini hoplata hoplata yürüsün, acemice sürülmüş kırmızı rujlu dudaklarından işvebaz kahkalar dökülsün; dökülenleri toplamak için oğlanlar peşlerinden koştursun… Cinselliğe sağlıklı yaklaşım nasıl da önemli, dünya buna henüz hazır değil gibi. Cinsellik bir erk aracı, iktidar aracı haline getirilinceye dek abartılmış, ne yazık! Hakikatinde ise kutsal bir olgu.
Aile sevgisi de, sağlıklı bir biçimde aşılamadığı takdirde pranga niteliğine bürünüyor. Bir insanın DNA molekülleri özgün bir frekansta titreşiyor; kendisininkine en yakın titreşim öncelikle ebeveylerinin sonra kardeşlerininki. Aileyle problemleri çözebilmek çok önemli; başımızı çevirsek, küssek de aynı frekansta titreşiyoruz! Atom altı çiftlerin ayrılıp, aralarına binlerce kilometrenin sokulduğu deneylerde bu çiftlerin, lokal bir etkiye aynı anda tepki verdikleri fizik alanında kanıtlanmış durumda. Yapabilirsek, sorun yaşadığımız aile fertlerinin bizzat kendileriyle çözüme, barışa yönelik girişimde bulunmamız kendimizi sağaltmak demek. Eğer, karşılıklı görüşme olanaklı değilse, sorunu tek başımıza da çözebiliriz.
Yaşamdaki boşluğu (sevgisizlik) doldurmak için defter, ayakkabı edinir gibi arkadaş ediniriz. Kendimize benzeyen, bizi zorlamayanlarla bir arada olmayı yeğler, farklı olanı dışlar, olsa olsa korkularımızı öteleriz; bunun adına da sevgi deriz. Oysa, ilişki yaşanır edinilmez; ismi Hayy olanın dirimli nefesi her an bir şen’de değil midir aynı zamanda? Hegel, Hz İbrahim ile ilgili çok ilginç bir saptamada bulunur. Onun, yeryüzünde bir yabancı olduğuna, hükmü altına girdiği tek şeyin İdeal’i olduğuna değinir ve ilave eder: “İbrahim sevmemeyi istedi, sevmeyerek özgür olmayı diledi.” Sevgiye ulaşabilmenin olmazsa olmazı.
Fuzulî’nin, Işk imiş her ne var Âlem'de / İlim bir kîl ü kâl imiş ancak satırlarını insanı hayran bırakan bir genişlikte; hissettirerek, özendirdiği bir derinlikte; ezcümle tartışmasız bir yetkinlikte ele alarak kitaplaştıran İhsan Fazlıoğlu Işk’ı (aşk) şöyle tanımlıyor:
“Ve sevginin, her bir aşamada, insanda farklı hissi, zihnî ve aklî tezahürleri vuku bulur. En şiddetli tezahür ışk aşamasında ortaya çıkar ve bu aşamada insan bî-karar hale gelir. Bî-karar demek, mecnûn olmuş (cin çarpmış), perişan hale gelmiş; yalnızca davranış yönünden değil, varlığı dağılmış, artık kendisine işaret edebilecek bir mahiyeti kalmamış, benliğinin sürekliliği bozulmuş; dolayısıyla kendisini kendisi kılan öğeleri arasındaki denge yok olmuş, muvâzenesi gitmiş, en nihayet sevgi duyduğunun elbisesine bürünmüş kişi demektir.”
Son kararda, Leylâ’sına, ışkının nesnesine “çekil önümden” diyen cin çarpmış adam kime gidiyor acep? İrfan geleneğimize göre, sevginin (aşk/ışk) on aşamalı bir terkibi söz konusu. Buraları öğrenmek yetmiyor; yaşantılamadan tırmanamayız şu, belki de on basamaklı merdiveni. Büyüyüp de aşk olacak olanın akıl olduğunu, öncelikle aklımızı büyütmemiz gerektiğini dile getiren bilgeye kulak vererek şu soruyu soralım: Bilmek nedir?
Adı geçen kitapta örneğin, “Meşşai geleneğimizde bilmek, özü, tanımı, orta terimi ve illeti bilmektir” deniyor. Öğrenecek ne çok şey var! Bildiğimizle ne yapacağız? Bilgimizi art arda sıralayıp boğup, boğulacak mıyız? Yoksa ona göre eyleyecek miyiz? Yine İhsan Bey’in kitabına dönecek olursak, teolojik nedenin, hikmet; metafizik nedenin, illet; fizik nedenin, sebep olduğunu hatırlamak yaralı olacaktır. Tefekkür okyanusu ne derin!
Bilinmeyen bir şeye varlık verilemez ise bir şeye ait bilginin, o şeyden önce oluşması zorunlu değil midir? Nerede oluşuyor bu bilgi? İşte bu tür deli sorular, varlığın dil aynasındaki yansımalarıdır yalnızca; giderilemeyen bir kaşıntı. Sonuçların öncülü zorunlu kılmasından yalnızca Mantık derslerinde mi söz etmek zorundayız? Onlarla uçurtma uçurup, erik toplayamaz mıyız? Bu cümlelere baharı gösteremez miyiz? Başkalarına değil ama cümlelere ise, evet.
Korkunun olduğu yerde sevgi olur mu? Allodoksafobi olarak isimlendirilen bir fobi var. Ben ona Türk’ün fobisi diyorum. Diğer insanların fikirlerini duymaktan nefret etmek olarak geçiyor. Kendimizden farklı olanı, seksörlerin civcivleri fırlattığından da hızlı ve ziyadesiyle hoyrat bir tutumla kenara atıyoruz. Farklı olana tahammül edemediğimiz için çocuk kalan demokrasimiz, gündelik tutumlarımızdan etkilenmiyor diyebilir miyiz? Edep, kaliforniyum elementi sıklığında görülüyor artık. Kendiyle dost olma olanağı neredeyse kalmamış günümüz insanı, insanla olan ilişkisinde edebe dönebilir mi? Geriye dönüş olanaklı değil, dönmeyelim zaten ilerleyelim; daha da ender görülen anti-maddeye bel bağlayalım. Suçu baryogeneze atmadan, tersinir bir reaksiyona girelim; büyük bir aşka diyorum, yelken açalım.
Diotima yâr ve yardımcımız olsun.