Bizi büyüten kitaplar
80’li yıllarda çocuk olmuş herkes hatırlayacaktır: Yazıhanelerin kitaplıklarında, okul kütüphanelerinde ama en çok da evlerin salonlarındaki camlı dolaplarda yan yana dizili ansiklopediler Batı merkezli bilim anlayışının, genel kültürün, her şeyden biraz haberdar bir nesil yetiştirme tahayyülünün simgesi idiler. Ve tabii internetin, internet arama motorlarının olmadığı çağda bilgi edinmenin yoluydular.
Her kuşağı etkilemiş farklı popüler yayınlar vardır. Bunlar zamanın ruhunu yansıtan, toplumsal dönüşümlere referansla kurulmuş anlatılardır. Kurgusal olsun veya olmasın. Üstelik her zaman o yayınları okumuş olmamız da gerekmez onlardan etkilenmek için. Onların temsil ve tasvir ettikleri dünya bilgisi gündelik konuşmalara, siyaset retoriğine, didaktik metinlere, medyaya, popüler kültüre sirayet ederek nüfuz ederler bize. Adeta atmosfere sızar bu yayınların anlattıkları. Tam da hayatı tanımaya, kendinizi inşa etmeye çalışırken, politik aidiyet arayışı içindeyken, bedeninizi ve duygularınızı keşfe çıkmışken, inanç ve tabu, gelenek ve ahlak ile ilişkilenmeye başladığınızda yahut olgunluk çağınızda veya her şeyden ümidi kestiğinizde… Yani yaşamın her evresinde.
Biraz dikkatli ve meraklı bir insan, kendisini büyüten yayınların yanı sıra önceki kuşaklarınkinin de farkındadır. Toplumsal dönüşümleri anlamak için gereklidir de bu. Yaşadığımız malumat çağında sonraki kuşaklarınkini bilmemek imkansız zaten. Ben de kendimi eksene koyarak benden önceki ve sonraki kuşakları büyüten kitaplardan da bahsetmek istiyorum. Bunları okurken içinizde “şu da vardı” diye geçireceğinizi de tahmin ediyorum.
80’li yıllarda çocuk olmuş herkes hatırlayacaktır: Yazıhanelerin kitaplıklarında, okul kütüphanelerinde ama en çok da evlerin salonlarındaki camlı dolaplarda yan yana dizili ansiklopediler Batı merkezli bilim anlayışının, genel kültürün, her şeyden biraz haberdar bir nesil yetiştirme tahayyülünün simgesi idiler. Ve tabii internetin, internet arama motorlarının olmadığı çağda bilgi edinmenin yoluydular. Ansiklopediler yeni türemiş değillerdi. İstanbul Ansiklopedisi gibi kallavi örnekleri saymaya bile gerek yok ama önceki kuşağın aşina olduğu gençlik ve çocukluk dönemine hitap eden ansiklopediler ile Şevket Rado imzası taşıyan Hayat, Tarih Mecmuası gibi ansiklopedik bilgi de veren mecmualar vardı. Ama 80’lerde gazetelerin promosyon furyasının (ki bu sürece ansiklopedi savaşları denirdi) lokomotifi olarak kuponla ansiklopedi dağıtımı, bahsettiğim gibi çoğu eve girmesini sağladı ansiklopedinin. Sonradan daha sofistike ve bilginin politik de olduğunu gösteren dönem ansiklopedileri eklendi bunlara. İlkinden bahsedince aklınıza Meydan Larousse, Görsel geliyorsa, ikincisinden bahsedince Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi ve benzerleri geliyordur muhtemelen. Dönem ansiklopedileri kapı kapı dolaşan pazarlamacılar marifetiyle taksitle sahip olabildiğimiz bir bilgi türüne haizdiler. Bu bilgi, bizi resmi tarih anlatısının konforundan çekip çıkarıyor ve bilmediğimiz, tanımadığımız sert bir iklime savuruyordu. Eleştirel bilginin düşmanlıkla karşılanmadığı bir döneme denk gelseler de, okuyanı epey yalnızlaştıran yayınlardı bunlar. Cumhuriyet’in devletine bağlı ideal vatandaşını yaratmaya da hizmet eden Şevket Rado tarzı yayıncılığın rahle-i tedrisinden geçmiş önceki kuşağın hayret ve bazen de husumetle karşıladığı bu yeni bilgi türü bir sürü insanın politik tercihlerinde de belirleyici olmuştur sanırım. Ansiklopediler, daha sonra tematik olarak da çıkmaya başladılar ve gençlerin hayatına fasikül biriktirme hevesini dahil ettiler. Ben, Karacan Yayınları’nın X Bilinmeyen dergisini ve onun mistik alemlerden, uzaydan, Bermuda Şeytan Üçgeni’nden, İnka’ların sırlarından bahseden fasiküllerini korkuyla ve merakla beklediğimi hatırlıyorum. Çünkü, aklın hükümranlığı sarsıntı geçirmeye başlamıştı o dönemde.
Ansiklopediler yanında, yine akıl veren, endoktrinasyon kaygısı taşıyan, yol-yordam gösteren, adap-erkân öğreten yayınlardan da söz etmek gerek. Bizden önceki kuşaklara solcu abilerin kahvelerde, okul kantinlerinde, miting meydanlarında haykırarak söylediklerini Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni’nde anlatıyordu mesela. Kendine solcu, sosyal demokrat diyen akrabayı taallukatın evinde bu kitap mutlaka olurdu. Annelerin hiç söyleyemediklerini ise Haydar Dümen fısıldardı genç kadınların kulaklarına. Evlilikte cinsel hayat, haz, cinsel sağlık, cinsel ilişki konusunda aklınıza ne gelirse Haydar Dümen’de cevabı vardı. Kocanızı elinizde tutmanın yolunu da gösteriyordu bu bilgiler, ki koskoca Cumhuriyet tarihinin kadın dergilerinin ve çoğumuzun annelerinin uzun yıllar neredeyse tek kaygısı buydu. Daha sonra gazete ve dergi köşelerinde ve hatta web ortamında Dümen’e aynı konularda danışabilme ihtimali de doğdu. Ona sorulan sorular, en az Nihat Hatipoğlu’na ve Gönül Abla’ya sorulanlar kadar eğlenceli olabiliyordu. Seksoloji Ansiklopedisi ve sonraki kuşaklar için de Eros Cinsel Bilim Ansiklopedisi orta sınıf, kentli, okur-yazar ailelerin raflarından ama o rafların çocukların ulaşamayacağı yükseklikteki kısımlarından göz kırparlardı bize. Evde kimse yokken merdivenle veya birbirinin sırtına çıkarak ciltlere ulaşan arkadaşların bire bin katarak anlattıklarını dinlemek, ergenliğin eşiğindeki bizler için iç gıcıklayıcıydı. Attila İlhan ve Necati Cumalı, sonraki yıllarda da Pınar Kür kitapları, henüz iyi edebiyattan anlamayan bizler için, içinde yer alan “sahne”lerden dolayı gizlice elden ele dolaşan yayınlardı.
Önceki kuşaktan kadınların mutfak tezgahından geçememiş yahut bu tezgaha burun kıvırmış olanların ellerinin altında Leman Cılızoğlu ve Gönül Candaş’ın tarif kitapları belirmişti birden. Köy enstitülerinin fenni usüllerle (tartılar, ölçüler) yapılan yemekleri kadar olmasa da, modern ve şehirli ama yerel mutfağın hakkını da teslim eden bir mutfaktı bu kitaplardaki. Okullu idi de aynı zamanda bu bilgi. Kız enstitülerinde okutuluyordu. Geleneksel bilgi, okul bilgisiyle itişiyordu o sıralar.
80’ler araştırmacı gazetecilik kitaplarının ve gazeteci-yazarlığın da altın çağıydı. Özal hükümetine denk gelen liberalleşme dönemi tecrübeli gazetecilerin sümen altında tuttukları dosyalarını açmalarını sağladı. O yıllarda gazetecilik öğrencileri olan bizler, Emin Çölaşan’ın Önce İnsanım Sonra Gazeteci kitabını elimizden düşürmezdik. Daha sonra Özal iktidarının sarkastik bir eleştirisini yapan Turgut Nereden Koşuyor? ve banker skandalını konu edinen Yalçın Nereye Koşuyor? satış rekorlarını alt-üst edecekti. Bunlara Uğur Mumcu’nun tam anlamıyla patlattığı dosyalarını ve Aziz Nesin’in politik gülmecelerini de ekleyelim. Her yaştan, her sınıftan insanın okumuş olduğu kitaplar kategorisinde yerlerini bulacaklardı bunlar. 12 Eylül’ün sultası altında geçen yıllardan sonra, Hasan Cemal’in darbe günlerini anlattığı Tank Sesiyle Uyanmak’ı da dönemin çok satanları arasındaydı. Tekrar siyaset konuşabilir olmuştuk. Ve kimlikler siyaseti de Soğuk Savaş’ın bitişiyle görüş alanımıza girmişti. Hatırı sayılır sayıda kentli ve eğitimli kadın olarak yine bir gazeteci-yazar olan Duygu Asena’nın yazdıklarını takip ederek, çıkardığı dergilere abone olmaya başladık. Hayırsız bir kocası olan ve kuma derdi çekmiş anneannem ve yaşıtları bile Duygu Asena’yı ve Kadının Adı Yok’u duymuşlardı. İçeriği hakkında bilgi sahibi olunca da keyiflenmişlerdi. Tek sorun sonradan filme çekilen kitabın afişinde görünen çırılçıplak kadın oyuncuydu. “O kadar da değil”di onlar için! Bir de doktor Erdal Atabek’ten söz edilmeli. Bastırılmış Kadınlık/Kışkırtılmış Erkeklik kitabıyla takdirimizi kazanıyordu.
Çeviri kitaplara gelince, o kadar az yayınevi vardı ki, bize düşen yayınevi ne seçerse onu okumaktı. Batı klasikleri erken Cumhuriyet döneminden bu yana el altındaydı. Ama bunlar Milli Eğitim müfredatına uygun olarak seçiliyorlardı. Genellikle Rus klasikleriyle büyümüş ve yabancı dil bilmeyen bir kuşak için Tom Jones, Adsız Sansız Bir Jude, Duygusal Eğitim gibi klasiklerle tanışmak epey zaman aldı.
Milli Eğitim müfredatı aracılığıyla hayatımıza giren, kimini zamanla çok sevdiğimiz, kimine ise bir daha dönüp bakmadığımız kitaplar da vardı. Sait Faik gibi bir kalem erbabının hikayelerini; matematiksel bir titizlikle ölçüp biçmek zorunda kaldığımız aruz vezninin eşsiz şiirlerini yine müfredatın zorunlu okuması olduğu için yük gibi taşırdık. Yaşar Kemal, gönlümüzü çelerdi ama uzun Çukurova tasvirlerinden keyif almayı ilerleyen yaşlarda öğrenecektik. Ömer Seyfettin’in naifliği ve didaktizmine Halide Edip’in gözü karalığını ve gündelik hayat bilgisini tercih ediyorduk. Ak Zambaklar Ülkesinde tüm zamanların en çok baskı yapan ve satan kitaplarındandı. Bunun sebebi, özellikle askeri okullarda zorunlu olması ve bu kitabı okumanın, Finlandiya modernleşmesinden ders çıkartılması için bir vatandaşlık görevi sayılmasıydı. Monteigne’in Denemeler’inin sıkıcı edebiyat hocalarının boğucu derslerinde tadı kaçıyordu. Dost Kazanmak Sanatı gibi, şimdinin kişisel gelişim kitaplarının ilk versiyonlarını ise açlıkla okuyorduk. Sevilen ve sosyal bir insan olmak her kuşağın arzusuydu. Azıcık politik bilinç geliştirince faşizmin zulmünden görece yeni kurtulmuş bir dünya adına diktatörlerden hesap soran Wilhelm Reich’ın Dinle Küçük Adam’ını yerleştiriyorduk yoksul kütüphanelerimize. Reich, riske girmeden solculuk taslamamıza imkan veriyordu.
Fedakarlık empoze eden Küçük Kadınlar gibi, yoksulluğa, ezilmişliğe karşı duyarlılık yaratmaya niyetli Kemallettin Tuğcu romanları gibi kitaplarla büyümüş bir kuşak olarak, neoliberal düzenin yarattığı rekabetçi, girişimci, özgüvenle kibrin birbirine karıştığı bir karaktere sahip insan modelinin yükselişine de tanıklık ettik. Kimimiz o düzene uyum sağladı. Kişisel gelişim rehberleri, başarı hikayeleri, daha çok kazanmanın ve çok mutlu, neşeli, fit olmanın yollarını anlatan, TED konuşması gibi kitaplar yeni popüler yayınlar artık. Bir dönemin şehirden ve maddi kültürden kaçma, sadeleşme ve içsel yolculuk yapma fantazisinin sembolü olan Ferrarisini Satan Bilge kitabının ve hemen hemen her eve girmiş olan Tamaro’nun Yüreğinin Götürdüğü Yere Git’inin modası geçti. Artık işleri Allah’a havale eden yahut arzu, cazibe ve acımasızlık içeren vampir romanları ile bloggerların sabun köpüğü kitapları da, muhtemelen elektronik versiyonlarıyla bizim çocuklarımızı büyütecekler.
Funda Şenol Kimdir?
Doğma büyüme Ankara'lı. Ama aslen Niğde'li. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde okurken basın sektöründe çalıştı. Mezun olunca akademisyenliğe geçiş yaptı. 1994-2010 yılları arasında Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde, 2010 yılından, 686 No'lu KHK ile ihraç edilene kadar Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde çalıştı. Kent sosyolojisi, kent tarihi, toplumsal cinsiyet, basın tarihi çalışma alanlarıdır. İletişim Fakültesi ve Kadın Çalışmaları Programı'nda lisans, yüksek lisans ve doktora dersleri verdi. Yabanlar ve Yerliler: Başkent Olma Sürecinde Ankara (İletişim Yayınları, 2003); Sanki Viran Ankara (der), (İletişim Yayınları, 2006); Cumhuriyet'in Ütopyası: Ankara (der) (Ankara Üniversitesi Yayınevi, 2011); Kenarın Kitabı (der) (İletişim Yayınları, 2014) ve İcad Edilmiş Şehir: Ankara (der) (İletişim Yayınevi, 2017) adlı kitapları, çalışma alanlarında çok sayıda makalesi, araştırması bulunmaktadır. Şehirleri keşfetmeyi, sokaklarda yürümeyi, fotoğraf çekmeyi, arşivlerde eşelenmeyi, okumayı sever. Tuna'nın annesidir.
Batının vaatkar bedeni: Baraj Gazinosu’nun Avrupalı artistleri 04 Ekim 2024
Dişil enerji dedikleri ne ola ki? 20 Eylül 2024
Annemin karnıyarık tenceresi 30 Ağustos 2024
Olimpiyat Oyunları spordan başka her şey mi? 16 Ağustos 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI