Geleceğimiz için vekil tutmayacağız, soru soracağız!
Temsilin rahatlığına kendimizi bırakacak günler geride kaldı. Harekete geçeceğiz. Diyelim ki istediğimiz sonucu alamadık, bu kez de o görünmez güçlerin, ağlarını üstümüze ören kaderin itaatkarlık çağrısına tıkayacağız kulaklarımızı. Geleceğimiz için vekil tutmayacağız, sorarak mücadeleye devam edeceğiz. Ama mutlaka soracağız, soracağız, soracağız....
Bugün yine beni meşgul eden bir imgeyle uğraştıracağım sizi. Çocukluktan gençliğe geçerken, nedendir bilinmez (aslında bilinir de ayrıntıya girmeyeyim) herkesi imleyen bir şey olmalı diye düşünürdüm. Kendim için seçtiğimse soru imiydi. Hatırlıyorum o sıralar, her yere soru işareti çiziyor, her yerlerde soru işareti görüyordum. 1960'ların ortalarında eve her gün giren Cumhuriyet gazetesinde Profesör Nimbus’un Maceraları’nı büyük bir heyecanla takip ediyordum. Bu çizgi bandın düşünmekten beyni sulanmış, pratik hayata bir türlü ayak uyduramayan, bulutlarda yaşayan, adını da kendini içinde yitirdiği bulutlardan alan, kafasında kalmış tek tel saçı da soru işareti biçimi almış profesörü nedense çok etkiliyordu beni. Kim bilir ne türlü sorularla meşguldü ki hayat öylece akarken o hep sakar, hep uyumsuz, hep pratik sorunlara acemi, hep tuhaflığı ayağına dolaşan biri olabiliyordu. Onun sorularını merak ettim, onlar benim de sorularım olsun istedim. Soru imini kendime mal edişim böyle başladı. Ne karakter ama! Henüz çocuk denilecek yaşta bir kadın, pratik hayattan böylesine kopmuş bir karakterle ne diye özdeşleşir ki? Ah o sorular yok mu, o sorular, beni cezbedip buralara getiren hep onlar oldu. Hayatımın bir yerinde, ne zaman hatırlamıyorum, insanların pek çoğunun, saat kaç, falanca adrese nasıl gidilir, nerelisin, baban ne iş yapar, nerede okuyorsun, nerede oturuyorsun, kaç lira maaş alıyorsun dışında pek az şeyi merak ettiğini, çok az soru sorduğunu anladığımda ilk gerçek şaşkınlığımı yaşadığımı itiraf edeyim. Sorularımın niteliğini değiştiren bu şaşkınlığımdı belki de. İnsanlık halleri o zamana dek merak ettiğim her şeyden daha ilginçti. Başımı bulutlardan alıp yeryüzüne indiren sorular sormaya da o sıralarda başladım sanırım.
Soru sormak illa ki yanıt bulmak değil. Her soru, adres aramıyor; o soruları yanıtlamaya yol tarifi yetmiyor. Kısacası soru var, soru var. Bazıları varlığa, varoluşumuza dair. Bazıları evin içinde kaybettiğimiz şeylerin yerine dair. Bazıları hayatın anlamına, bazıları dolmuş durağının yerine dair. Bazıları ne olduğumuza, bazıları kim olduğumuza dair. Bazıları da soruların neden hep tek yönlü kaldığına, hayatın bir yanına değerken diğer yanını ihmal edişine dair. Bunun üzerine sayfalar yazılabilir ama sadede gelebilmek için soruyu bir yana bırakıp sormanın bir eylem olarak değerine odaklanmak gerek.
Sormak, bir hakikat arayışından ziyade bir direniş biçimi olarak değerli bence. Sormak, sarsar. Sormak umudu eyleme dönüştürmenin ilk adımıdır. Sormamak, itaat dışında bir seçenek sunamaz. Sormadan suskunluk, bastırılmış sormalar, başına gelen her şeyi kabullenmeyi, çektiği çekeceği her türden çileye razı olmayı, kaderine teslim olmayı içerir. Kendinden büyük bir gücün lütfedilmiş adaletine sığınmak, kendine o büyük gücü vekil tutmak bu. Bir de adı var: Tevekkül. Peki ama tevekkülün güvenli limanı, kocaman tsunami dalgalarıyla alabora olduğunda ne olacak? Soramayan, sırtını o dalgalara dönüp yine kendisini kaderine teslim ettiğinde ne olacak? Arkasını döneceğine nasıl kurtulacağını soramaz mıydı? Dalgalara kapılacağına kurtulamaz mıydı?
Hadi şimdi şöyle bakalım bir de. Bu soyut dilden kurtulalım, durumu seçime giderken yangın yerine dönmüş Türkiye’nin hali üzerinden bir daha düşünelim. Bu vekil tutma, tevekkül işi Türkiye’de siyasetin hastalıklarından biri. Temsilin tevekküle el verişinin en veciz örnekleri bizim siyaset tarihimizde var. Parti liderleri sanki gizemli güçlere sahip önderlere, idare yetkisini kendi ellerimizle teslim ettiğimiz yöneticiler neredeyse karşı çıkılamaz ululara dönüşüyor. Birisi liderliğe soyunmaya görsün, pek çoğumuz için eleştirilemez, sorgulanamaz bir konuma yükseliveriyor. Örnek mi arıyorsunuz, Cumhurbaşkanı adaylarımızla ilgili sosyal medya paylaşımlarına bakmanızı öneririm. Özellikle bunlardan herhangi birinin bu mecralardan yaydığı mesajların altına yazılan yorumları okuyun. Sıradan övgünün sınırlarını aşıyor bunların pek çoğu. Tek adam rejimini eleştirirken, parlamenter rejimi yeniden tesis etme vaadinde bulunurken kendisi hemen tek çareye, değiştirme gücünü, iradesini kendinde taşıyan tek adama dönüşüveriyor adaylarımız. Umudumuza vekil olarak onları tayin ediyoruz. Sormuyoruz, soramıyoruz. Sandıkta çözülecek ya her şey, kilitlendik 24 Haziran’a, o gün sandıktan çıkacak sonucun yangına geç olsun güç olmasın yetişen itfaiye olacağına inancımız tam, izliyoruz da sormuyoruz soramıyoruz. Sonra ne olacak? Beklediğimiz sonuç çıkmazsa ne yapacağız? Biz halksak, bunun gereğini nasıl yerine getireceğiz? Ertelenmiş, bir güce emanet edilmiş umut, ne kadar umuttur, hiç sormayacak mıyız?
Elbette sandığa gitmeden önce kime niçin oy vereceğiz, soracağız. Demokrasi isteyen yurttaşlar olarak seçim barajını sıfırlama sorumluluğumuz var. O sorumluluk bizim, bir başkasının değil, üstleneceğiz, gereğini yerine getireceğiz. Baraj sorununu aşabilmesi için HDP’ye oy vereceğiz. Sonra oylarımızın akıbetini soracağız. Seçim hilelerine karşı uyanık olmaktan bahsediyorum. Sandıklara sahip çıkacağız, oyumuzun bekçisi olacağız. Sandıktan istediğimiz sonuç çıkarsa oy verdiklerimizin oylarımızın karşılığında vaat ettiklerini gerçekleştirmek için ne yaptıklarını soracağız. Temsilin rahatlığına kendimizi bırakacak günler geride kaldı. Harekete geçeceğiz. Diyelim ki istediğimiz sonucu alamadık, bu kez de o görünmez güçlerin, ağlarını üstümüze ören kaderin itaatkarlık çağrısına tıkayacağız kulaklarımızı. Geleceğimiz için vekil tutmayacağız, sorarak mücadeleye devam edeceğiz. Ama mutlaka soracağız, soracağız, soracağız....