Duvar yazısı – 3
Kalbim zaten kırılmaya bahane arıyor. Sonra da bunun için insanları ikna etmek gerekiyor biliyor musun? “Bak vallahi kalbim kırıldı.” Oysa tarih kanaatı çalışıyor burada. Diyor ki “Ama senin kalbin on iki yıl önce, adını inekten alan bir sokağın köşesinde, ben sana derdimi anlatırken hiç kırılmamıştı ve sen de saatine bakmıştın aleni biçimde. Şimdi kalbin kırılamaz. İnanmıyorum.”
Duvar on bir. Kan görüyorum, taş görüyorum diye kim diyordu? Şunu söylememe müsaade et. Hafızanın bu kadar aşağılandığı başka zaman anımsıyor musun? Zıtlıkların aslında iki ucu yok ettiğini, sıfırladığını, her şeye erişmekle hiçbir şeye erişmemenin uzayda aynı şeye tekabül ettiğini söyleyecek değilim.
Hatırlıyor musun, sana anlatmıştım. Hatırla, hani saksının içini ilk gördüğüm an. Çiçeğin aşağıda bir hayatı varmış meğer. Toprağı değişebiliyormuş. Toprağın değişebilmesi ve o çiçeğin yaşamaya devam etmesi dehşet verici bir şey değil mi? Değil mi o kadar? Olmasın. Buna şaşırma hakkımı saklı tutuyorum. Belki bir gün çiçek yetiştiririm toprağın kendisinde. Ve o toprak hiç değişmez. Havalandırırım toprağı, belerim, sularım.
Sulardan geliyorlar, ellerinde teber.
Arkadaki otelin üstünde görünmez bir yazı yazıyor: 77 1 Mayıs’ı unutulmaz.
Duvar on iki. Sana o kuşbazdan söz etmiştim. Onu bir daha anlatmayacağım. Karşımdakilerin ağzını açmadan esnemesi, bunu çaktırmamaya çalışırken daha da çaktırması, dinliyormuş görünürken çaktırmadan telefonuna bakmaları ve aslında o esnada da saate bakıyor gibi yapmaları, kimsenin artık saat takmaması, takanların da bunu bir gösteriş nesnesi haline getirmesi kalbimi çok kırıyor.
Kalbim zaten kırılmaya bahane arıyor. Sonra da bunun için insanları ikna etmek gerekiyor biliyor musun? “Bak vallahi kalbim kırıldı.” Oysa tarih kanaatı çalışıyor burada. Diyor ki “Ama senin kalbin on iki yıl önce, adını inekten alan bir sokağın köşesinde, ben sana derdimi anlatırken hiç kırılmamıştı ve sen de saatine bakmıştın aleni biçimde. Şimdi kalbin kırılamaz. İnanmıyorum.” Böyle demiyor da, yazıya geçirirken her şey daha çapaksız.
Burada pencere var. Pencereden görünen çiçek. Saksı çiçeği değil ama. Olsa, toprağını değiştirmeyi önerirdik.
Tam karşıda, geçmiş zaman, bir platform vardı. Kanal D’de miydi, öyle bir şey. İnternet öncesinin “insan ancak televizyonda yırtar” yoğun inancı zamanları. Televizyona çıkma imkânı bulamamış kimseler, çaprazında kamera bulunan ufak bir platformun içine girip hünerlerini sergiliyordu. O kayıtlardan “enteresan” bulunanlar televizyonda gösteriliyordu sonradan.
Gece. Dolmuşa yürüyoruz. Kış. Böyle şeyler hep kışın olur zaten. Aramızda tartışıyoruz, tamam Ajdar Anık Mardinli ama Recep Bülbülses de mi Mardinli? Şu platforma girersek hangimiz ne hüner sergileriz? Bir gece kafamız çok güzelken eğlencesine şarkı mı söylesek? Sonra tutup yayınlarlar rezil oluruz. İstavrit de kapanıyormuş meğer, ulan sevdiğimiz bir yer de açık dursa ne olur. Diye diye yürüyoruz dolmuşa. O zamanlar geceleri köprü trafiği yok, inanmazsın. Yaklaştıkça, seçiliyor. Recep Bülbülses orada. Bir sanat müziği şarkısı icra ediyor. Etrafında birkaç zırto, icrasını taciz ediyor. Görüntüye girmemeye azami gayret sarf ederek, zırtoları uzaklaştırıyoruz ortamdan. İcra bitiyor, Bülbülses teşekkür edecek oluyor, hemen kapatıyoruz konuyu. Öyle çok şahane, saygılı, kadirbilir, merhametli insanlar olduğumuzdan değil. Çok merak ettiğimi bir şey var. Nihayet soruluyor, öğreniliyor. Evet, o da Mardinliymiş.
Birkaç gün sonra Süleyman’dan mesaj geliyor. “Taksim’de Ajdar’la tanıştım, sıkı bir hayranı olduğunu öğrenince çok sevindi.”
Duvar? Tam karşıdaki? Berlin’de bir duvar inşa etmişler diyeler. Duvar on üç.
Oktay Rifat o fotoğrafta parmağıyla nereyi işaret ediyor acaba? Bir saniye, bunu çok merak ediyormuş gibi yapamaz mıyız yani?
“Tabip gelse görmem deva, ay lê canım, ay lê canım, uy canım.”
Eskiden olsa, a’ları şapkalı yapardım. Şimdi güneş yok.
On altı, duvar.
“Her türlü bahçe işi yaparım.”
Acaba toprak da değiştiriyor mu?
Her yer Taksim, hiçbir yer toprak değil. Vay lê canım.
Görseller: Selin Fişek Aydın