Ankara Garı: Yarım kalmış bir proje
İlk bakışta, 81 yıl önce yapılmış bir yapının yıkılacak olmasının itiraz ile bir anıtın yapılmayarak, toplumsal muhalefetin engellenmesinin itirazı, birbirlerinden çok faklı iki alanmış gibi duruyorlar. Aslında bu iki itiraz, bir yapının yıkılması ve bir anıtın inşa edilmemesi, yani olanın ve olayın yok sayılması “fikri” ve “eylemi” ile karşı karşıya. O zaman eleştiri de olanın (Ankara Garı) ve olayın (Emek, Barış ve Demokrasi Mitingi) fikri ve eylemi üzerinden üretilmeli.
Ankara Tren Garı ve 50 bin metrekarelik TCDD arsasının, Hacı Bayram Veli Üniversitesi’ne devredileceği ve TOKİ’nin bölgeye yeni inşaatlar yapacağı haberinin duyulmasıyla beraber, seçime ve ekonomiye odaklandığımız bir dönemde, bu konu birden gündemimize ekleniverdi.
Bu bir ilk değil. Atatürk Orman Çiftliği Marmara Köşkü (1928), Sıhhiye İller Bankası (1937), Çubuk Barajı Göl Gazinosu (1938), Ankara dışına çıkarsak Karaköy Yolcu Salonu (1935) ve en ses getireni olan AKM (1969) ve benzeri yıkımlar serisine böylelikle 1937’de inşa edilen Ankara Garı da dahil oluyor.
Mimar Doğan Hasol’un, haberin duyulmasının hemen ardından, “Bu gidişle ülkede 20'nci yüzyıl hiç yaşanmamış sayılacak” sözleri, döneminin modernist anlayışıyla tasarlanmış ve cumhuriyetin ilklerini temsil eden sembol bir yapının daha yok edilecek olmasının arkasındaki ideolojik zihniyeti gayet güzel tanımlıyor.
Ayrıca Ankara Garı’nın, yakın tarihimize ait ikinci bir önemi daha var. Gar, “Emek, Barış ve Demokrasi Mitingi” için 10 Ekim 2015 tarihinde, insanların garın önünde toplandığı esnada patlayan bombalarla 103 kişinin öldüğü, 400’den fazla kişinin yaralandığı korkunç bir terör olayına sahne oldu.
TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi ile Birleşik Taşımacılık Çalışanları Sendikası’nın (BTS) konuyla ilgili eleştirileri de zaten bu iki konu üzerine. Hem cumhuriyetin sembol bir yapısının yıkılmasına hem de burada yapılacak demokrasi anıtının artık yapılamayacağına ve toplumsal muhalefetin engelleneceğine itiraz ettiler.
Yapılan tüm eleştirilere sonuna kadar katılmakla beraber, sadece “Cumhuriyetin değerlerine saldırılıyor ya da muhalefet engelleniyor” benzeri söylemlerin, eksik ve verimsiz bir tartışma alanı yarattığı düşüncesindeyim.
TARİH YAZIMI VE SEMBOLLERİ
Her ideolojik görüş, kendisini tarihin kaçınılmaz bir sonucu olarak gösterir. Zamanın düz akışı içinde, olaylar dizisi art arda gelmiş ve kaçınılmaz bir şekilde, tarih iktidarı var etmiştir. Bu nedenle her iktidar, geçmişe dönük olarak tarihi yeniden yazarak, artık tarihin sonuna varıldığı ve hep böyle devam edeceği iddiasında olan ideolojisindeki çatlakları gizler. Çatlakların sıvası, semboller ve biçimlerdir. Biçimlerin bütünlüğü, ideolojinin bütünlüğüdür. Bu sayede gerçeklik yeniden üretilir ve toplum, iktidarın meşruluğunu sorgulamadan kabul eder.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Filistin Devlet Başkanı Muhammed Abbas, arkalarında 16 Türk devletini temsil eden askerler ile birlikte poz verdiklerinde, konunun uzmanları arasında, “Bu 16 devlet hangileridir; kıyafetler, tarihi gerçeklere uyuyor mu” tadında tartışmalar yaşanırken, konu Doç. Dr. Hakan Erdem’e sorulduğunda, Erdem “Tarihçi olarak bir yorum yapmak istemem çünkü bu fotoğraf tarihle değil bugünle ilgilidir” diyerek olanı gayet güzel açıklamıştı.
1923’de kurulan yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin de benzer bir sorunu vardı. Kendi tarihini, kendi sürekliliğini arıyordu. Çünkü ümmetçilik esasına dayalı Osmanlı ile arasına mesafe koyması ama aynı zamanda ortak bir köken ve ulus-devlet kavramı etrafında toplumu tekrar bir araya getirmeliydi. Çözüm, Anadolu’nun ilk uygarlığı olan Hititler’de bulundu ve Anadolu’nun yerel gelenekleri, görenekleri, kültürü toplumun tutkalı olarak imal edildi.
Dikkat etmişseniz, yazının en başında, yıkılmış yapıları sıralarken verdiğim AKM dışındaki diğer yapıların hepsinin inşa tarihleri 1923 – 1938. Buna bir 10 yıl da ben, ABD ile Marshall Planı'nın imzalandığı tarihe kadar olan zamanı eklersem, mimar Doğan Hasol’un “20'nci yüzyıl” derken kastettiğinin aslında cumhuriyetin ilk çeyrek asırlık dönemi olduğu ortaya çıkacaktır.
Bu çeyrek asır boyunca zihinlerde, ilerlemeci ruhun her daim korunduğu, eşit vatandaşlık ilkesinin gözetildiği, din(ler)in devlet teminatı altında olduğu, toplumun sınıf ayrımları yerine iş bölümüne bağlı meslek farklılıklarına dayalı kurulduğu ve devletin demiryolu, baraj, fabrika gibi büyük yatırımlarda devreye girdiği modern, herkesin eşit koşullarda ve refah içinde yaşadığı ve hep bu şekilde devam edecek bir Türkiye hayali vardı.
Bugünün Türkiye’sinin toplumsal, siyasi ve ekonomik çatışma alanlarına baktığımızda, bu hayalin gerçekleştiğini iddia etmek pek mümkün değil. Ancak hayalin gerçekleşmemiş olması, illa da bu durumu kabullenmeyi gerektirmiyor.
ANKARA GARI VE DİĞERLERİ
Eğer tarihte, gerçekten bir süreklilik varsa, bu ancak yer yani coğrafya üzerinden kurulabilir... Anadolu coğrafyasının sürekliliği içinde, hepsini tek tek sıralamadan, Hititler, Frigler, Persler, Selçuklular ve Osmanlı İmparatorluğu’nun oluşturduğu kültürel zenginlik ve çeşitlilikler, inançlar, tapınaklar, höyükler, medreseler, camiler ne kadar değerli ve vazgeçilmez iseler, Türkiye’nin ilk çeyrek asrının yapıları da bir o kadar değerli ve vazgeçilmezlerdir.
Cumhuriyetin ilk yıllarının yapılarını, sadece ideolojik semboller olarak değil, yeni bir ulusun siyasal ve ekonomik inşasının, toplumsal yapısının ve kültürünün değerleri olarak sahiplenmeliyiz. Bu yapılar, yeni kurulmuş ve maddi ve teknolojik imkansızlıklarına rağmen, büyük zorluklarla inşa edilmiş bir dönemin tanıklarıdırlar.
En başta da belirttiğim gibi “Cumhuriyetin değerlerine saldırılıyor” benzeri söylemlere girmeden ve herhangi ideolojik bir gözlük takmadan, Anadolu coğrafyasının sürekliliğini gözeterek yapılacak bir eleştiri, çok daha güçlü ve toplumsal tabanı da çok daha geniş olacaktır.
Öbür türlüsünün nasıl sonuçlandığına hepimiz defalarca tanık olduk. Meslek kuruluşlarının, sivil toplum örgütlerinin ve uzmanların açıklamaları ile toplumun belli bir kesiminin ilgisi bir süreliğine konuya yoğunlaşıyor, protestolar yapılıyor ama en sonunda verilen onca mücadele çaresiz bir kabullenme ile son buluyor. Net bir şekilde söylemek gerekirse, temel sorun, karşı tarafın ideolojik gözlüğünün dışına çıkılamaması ve olayın bir ideolojiler savaşına indirgenmesi.
İKİ İTİRAZ, TEK ELEŞTİRİ
İlk bakışta, 81 yıl önce yapılmış bir yapının yıkılacak olmasının itiraz ile bir anıtın yapılmayarak, toplumsal muhalefetin engellenmesinin itirazı, birbirlerinden çok faklı iki alanmış gibi duruyorlar. Aslında bu iki itiraz, bir yapının yıkılması ve bir anıtın inşa edilmemesi, yani olanın ve olayın yok sayılması “fikri” ve “eylemi” ile karşı karşıya. O zaman eleştiri de olanın (Ankara Garı) ve olayın (Emek, Barış ve Demokrasi Mitingi) fikri ve eylemi üzerinden üretilmeli.
Yerin, bu iki ortak yönünü birleştirebilecek bir eleştiri acaba bizi nereye ulaştırır?
Ankara Garı, ülkenin Osmanlıdan devralınan, birbirine entegre olmamış, parçalı demiryolu altyapısını birleştirme projesinin merkeziydi. Üretimin yerel sınırları ortadan kalkacak, ülkenin tamamına yayılan dengeli bir iç pazar oluşacak ve demiryolu ağının limanlarla buluşmasıyla, dış pazarlara ulaşılarak ülkenin refahı artacaktı.
Bu fikir ve eylem, 1950’lere kadar sürdü. Ardından, Türkiye’nin ulaşım politikası, popülist bir yaklaşımla, demiryolundan karayoluna (dikkat edin bir kırılma noktası) doğru kaydı ve petrol fakiri Türkiye’nin enerji alanında dışa olan bağımlılığı arttı. İsimlerdeki ideolojik göndermelere takılmayın, Yavuz Sultan Selim Köprüsü, Osmangazi Köprüsü, Avrasya Tüneli, yapılacak olan Çanakkale Köprüsü, neoliberal ekonomi içinde daha da genişleyen bir ulaşım politikasının (dikkat edin 70 yıllık bir süreklilik bu) devamı ve bugün enerjide dışa olan bağımlılığımız çok daha büyük boyutlara ulaşmış durumda.
Aşağıdaki grafikte, (özür dileyerek, kaynağını bulamadım) Avrupa ile Türkiye’nin demiryolu şebekeleri karşılaştırılmakta. Eğer Ankara Garı korunacaksa, sadece bir sembol olarak değil, Türkiye’nin enerji alanında dışa bağımlılığını arttıran politikalardan vazgeçilmesi yönünde bir değişimin fikri ve eylemi olarak korunmalı.
Benzer şekilde, iktidarın dışarıdan gelen sermayeye bağımlı ekonomik büyüme politikası, gelir dağılımındaki eşitsizlikleri keskinleştirdi ve toplumsal gerilimi arttırdı. Her türlü toplumsal değeri, kültürü, hafızayı yok sayan ve her şeyi kârlılığını arttıracak bir fırsat olarak gören sermaye için, Ankara’nın tam ortasındaki Ankara Garı ve TCDD arsası, halkın kullanımına açık bir alan, müze, sergi ve sanat evi olarak bırakılamayacak kadar değerli. İşte asıl itiraz noktası, bu olmalı.
Tekrar 10 Ekim 2015’e dönelim. Tam da Ankara Garı’nın önünde, emek, barış ve demokrasi fikri ve eylemi için toplanmış insanlara saldırıldı. Miting, mevcut ekonomi politikaları ile sadece sürdürülebilir bir yoksulluğa mahkum edilmiş insanların hak arama mitingiydi. Eşit vatandaşlık ilkesine sahip, demokratik ve refah bir Türkiye hayalinin mitingiydi.
Evet, Ankara Garı kesinlikle korunmalı, ama sadece bir cumhuriyet yapısı olduğundan değil, aynı zamanda yer üzerinden eleştirel bir dilin geliştirilebilmesi, bunun tüm topluma yayılabilmesi ve yaşadığımız coğrafyada başka türlü hayatlarımız da olabileceği fikri ve eylemi için de korunmalıdır.