Garsona bilet hediye eden şöhret, zarafet, vs.
Durup bekleyecek misin yoksa "Bana ne Tom Cruise’dan arkadaşım" diyerek devam mı edeceksin? SBF’yi bitirmişsin, bir iki kitap okumuşsun. Zor bir karar anı! Ya orada, metal barikat ardında beklerken memleketten solcu bir arkadaşla karşılaşırsan. Kaygı bir değil iki değil! Tam böylesi endişe ve ikilemler içinde debelendiğim esnada, birden bire sosyal demokrat olduğumu hatırlayıp ferahladım ve durup izlemeye karar verdim...
Şekerim hep mi sıkıntı, parasızlık, zorluk, iş bulma ve işten ayrılma anlatılır; içimiz daralmış zaten olup bitenden, siyasi gündemden. Bugün birkaç matrak ‘şöhretli’ anısına gelsin artık sıra...
Karşımızdakinin yerli ve yabancı şöhret olması söz konusu etkiyi artıran etmenlerden biridir herhalde. İsviçreli bilim insanlarının bu konuda yaptığı bir araştırma olmuş mudur bilemiyorum ama uluslararası bir yıldız görmekle, milli olanla karşılaşmak bir olur mu hiç! Hele ki, yabancı hayranlığı ile nefretinin, ‘kompleks’ sözcüğünde harmanlandığı bir kültürde...
Çok şöhretli birileriyle karşılaşmanın afallatan bir tarafı var sanırım. Ne yapacağını, nasıl duracağını, nereye bakacağını bilememe hali. ‘Karşılaşmadan’ söz ediyorum ama; örneğin aynı mekânda bulunma, yan masada oturma, kaldırımda göz göze gelme... Çünkü bir de malumunuz, görmek için özel çaba harcama hâli var. İkincisinde ne olduğu belli, zaten görmek isteyip görmüşsünüz; asıl mesele ilki. Yan masaya oturdu diyelim. İnsan merak etmez mi, ne giymiş, ne yer, ne içer. Ediyor ki, ‘magazin’ diye bir tür var. Kimin ne giyip nerelere gittiğini gösteriyorlar bize. Cazip çünkü. Eskiden pazar sabahları seyrediyordum ama Avşar-Sayan polemikleri sona erip hangi futbolcunun hangi korkunç kıyafetle hangi balıkçının kapısında görüldüğü aşamasına geçilince, bıraktım. Oysa diğeri hem eğlenceliydi hem de ‘yırtma’ hikâyeleri hakkında fikir veriyordu. O hikâyeler de Türkiye’nin hali ve toplumsal dönüşüm hakkında. Magazin dergileri ve oradaki ‘cemiyet hayatı’ bilgisi de az buz fikir vermiyor aslına bakılırsa ‘yeni’ olan hakkında...
Dolayısıyla insanda, şöhretle karşılaşınca kayıtsız kalamama gibi bir ruh hali beliriyor. O duyguyu kontrol etmek, kişilikle, otokontrol yeteneğiyle ilgili. Kimi insan çığlık atıp ağlıyor, kimisi görmezden geliyor, kimi ortasını bulabiliyor. Misal, yıllar önce birkaç arkadaşımla İstanbul’da bir kahvede çay içerken yan masamıza çok ama çok şöhretli bir edebiyatçı oturdu. Ben, “Arka masada bilmem kim oturuyor,” dediğimde, arkadaşım “İlgilenmiyorum,” demişti! Bu da insanı sersemleten bir durum aslında. Bir kere, sizi kötü duruma düşürüyor; hiç ilgilenilmemesi gereken bir durumla ilgilendiğinizi düşündürttüğü için. İkincisi, arkadaşınızın o anda çok dürüst davranmadığını biliyor ancak bunu dile getiremiyorsunuz. Üstelik durup dururken sinirleniyorsunuz da; ‘aman sanki ben çok ilgileniyorum,’ nevi bir hisle.
Benim de Londra’da bir iki ‘şöhretle karşılaşma’ hatıram oldu. Biri benim tercihimdi, diğerleri rastlantı...
Akşam işe gideceğim, sabah gittiğim okul bitmiş; ver elini şehir merkezi. Hemen her sokağa girmeye çalışıyordum. Sokaklara saparak yürümenin, her yerde, insanı zenginleştirici bir yanı var bana kalırsa. Londra merkezinin ara sokakları da, şaka maka tarih gezintisi gibiydi. Leicester Square meydanına vardığımda, sinemalardan birinin önünde devasa ışıklı bir yazı ve bina önünde bir hareketlilik fark ettim. O esnada, Türkçe’ye ‘Vampirle Görüşme’ olarak çevrilen bir film gündemdeydi. Başrollerinde, Tom Cruise, Brad Pitt ve Antonio Banderas gibi, elbette hiçbiri bir Türk erkeği ölçüsünde olmasa da, yakışıklılıklarıyla nam salmış adamlar oynuyordu! Işıklı levhada, filmin galasına Tom Cruise’un geleceği yazıyordu. Salon önüne de şu herkesin bildiği metal barikatlardan koyuyorlar, insanlar arkasında birikecek, vesaire...
Hadi bakalım. Durup bekleyecek misin yoksa "Bana ne Tom Cruise’dan arkadaşım" diyerek devam mı edeceksin? SBF’yi bitirmişsin, bir iki kitap okumuşsun. Zor bir karar anı! Ya orada, metal barikat ardında beklerken memleketten solcu bir arkadaşla karşılaşırsan. Kaygı bir değil iki değil! Tam böylesi endişe ve ikilemler içinde debelendiğim esnada, birden bire sosyal demokrat olduğumu hatırlayıp ferahladım ve durup izlemeye karar verdim...
Yağmur başladı. İnsan hakikaten biraz aptal gibi hissediyor ama ayrılamıyor da. Bu arada epey arsıulusal yıldız da gelmeye başladı sinemaya. İnsanların üst üste çığlık atması, her gelenin kendisini karşılayan hayran kitlesine el sallaması, patlayan flaşlar, fotoğraflar imzalansın diye demir korkuluk arasından uzatılan kollar... Yaklaşık iki saat bekledim deli gibi, o yağmur altında, ayakta. Efendim Tom Cruise gelecek, ben de onu görüp sonra bir ara, başta bizim sinema meraklısı İlker olmak üzere Ankara’daki arkadaşları arayıp ‘Ya, Tom Cruise’u yakından gördüm, öyle pek şeyapıldığı gibi değil, sıradan bir tip, boyu da kısa,’ filan diyeceğim. Malum, had safhada muhterem kültürümüzün en az o denli muhterem mensupları; birine kısa dediğinde uzun, çirkin dediğinde güzel, sağcı dediğinde solcu, gerici dediğinde ilerici olduğunu düşünür! Ayol bir ben mi eksik kalacağım...
Neyse, sonunda geldi bizim Tom. Maksat artistlik (!) olsun, sanki başka araba kalmamış gibi, beyaz klasik Mercedes içinde. Araç kapıya yakın durdu, korumalar sağı solu kesiyor. Kapıyı açtılar, deloğlan indi. Çığlıkların desibelini tahayyül etmeniz mümkün değil. Bir de bendeki hayal kırıklığını! Tamam anladık, ‘küçük gör ki adam zannetsinler,’ geleneği içinden geliyoruz ama güzel kardeşim, bu insana nasıl çirkin diyeceksin! Hakikaten ne yakışıklı bir herif bu böyle diyerek, ben de bakıyorum hayranlıkla. Aman efendim siyah spor kıyafetler, sağa sola el sallamalar, çapkın gülümsemeler, imza atarkenki o rahat tavırlar... Bir yandan "Şimdi bırak bu numaraları" diyorsun da, diğer yandan ne yapsa yakışıyor. Neyse, çığlıklar eşliğinde birkaç dakika oyalandıktan sonra içeri girdi de dağılabildik. Telefonda hiç bu konulara girmedim tahmin edebileceğiniz gibi!
Unutmadan, o gün galaya gelenlerden biri de Prens Charles idi. Tebaasına hafifçe el sallayarak salona girerken, kitleden büyük bir kahkaha kopmuştu. Halkın azımsanmayacak bir kesimi tarafından fena halde tiye alındıklarını ve sevilmediklerini fark ettiğim anlardan biri oldu bu. Trajik bir figürdür aslına bakılırsa. Allah ‘valideye’ ömür vermiş, kral filan olamayacak ve halk, asıl olarak rahmetli hanımını seviyor. Zaten yıllarca başkasına aşıkmış vs. Hadi, şimdi Charles’a dertlenecek halimiz yok!
Neyse, yazı bitmeden başlığa gelip daha samimi ve anlamlı bir ‘yıldız’ hikâyesi anlatayım. Zaten belli ki bu konuyu bir yazıda tüketemeyeceğim! Sonraki yazıda devam ederim.
Çocukluktan beri tiyatroya büyük sevgim var. Orada da her fırsatta (ve ucuz bilette!), ne yapıp edip gidiyordum. Son lokantam, Londra’nın göbeğinde ve tiyatrolar mahallesindeydi. Sağda solda az ya da çok tanınmış insanlarla karşılaşmak mümkündü ve bir kısmı da lokanta müşterisiydi. Karşılaşmak derken şunu kastediyorum; örneğin bir akşam cam kenarındaki masaya servis yaparken, Anthony Hopkins yanımdan yürüyerek geçti. Elimde tabakla donup kaldım. İnsaf edin, nasıl her şey normalmiş gibi devam edeceksiniz, Hopkins asker arkadaşınız değil ki! Ya da diyelim, koskoca Peter Ustinov’un sahne aldığı tiyatronun önünden geçmek (çok pahalı olduğu için bir türlü onun oyununa bilet alamamak!), koskoca Nigel Hawthorne’u sahnede seyretmek, genç bir hevesli için ne kadar etkileyici anlar. Hani şu, Emret Başbakanım adlı şahane dizide, o müthiş danışman Humphrey’i canlandıran, rahmetli Nigel Hawthorne.
Her neyse... İşte o lokantaya gelenlerden biri de, BBC dizilerinde de rol alan tanınmış tiyatro oyuncusu Bernard Hill idi. Lokantanın çok yakınındaki tiyatroda o yıl Arthur Miller’ın, Wiev from the Bridge adlı oyunu sahneleniyordu ve Bernard Hill başrollerden birindeydi. Arada bir geliyordu lokantaya ve bir gün bana neden Londra’da olduğumu sorup biraz sohbet edip tiyatroyu sevdiğimi öğrenince, kanı mı ısındı nedir, oyunu izlemek istersem bilet ayarlayacağını söyledi. E bu fırsat kaçar mı! Bir hafta sonra, benim için gişeye bırakılmış biletle, Londra’da ilk ve son kez salonun ‘ortalarından’ bir yerden seyrettim oyunu. Ne büyük zevkti. Sonrasında bir de broşür aldım, on yıllarca yaptığım gibi. Bir süre sonra yine lokantada o broşürü imzalattım Hill’e. Hâlâ kaybetmemeye çalıştığım nadir kâğıt parçalarından biridir. Bernard Hill’i, ‘Titanic’ filminde ‘kaptan’ rolünde görünce hissettiğim mutluluğu anlatması güç.
Broşürü saklıyor oluşumun nedeni, Bernard Hill’in bir şöhret oluşu değil. Tanınmış bir oyuncu, gencecik bir garsonu oyununa davet edip bilet hediye ettiği için değerli o kağıt parçası. Yıllardan akılda kalan bu ve bunun gibi hatıralar oluyor asıl olarak.
İnsanın, zarafeti ve iyi niyeti...
Biraz uzak bir terminoloji sanırım, dünya güzeli ‘yerli’ kültürümüze. Her bir yanı kin ve öfkeyle, emek ve bilgi düşmanlığıyla, cahil özgüveni küstahlığı ve şirretliğiyle, kendini bilmezlikle sarmalanmış memleketin, hem sağına hem soluna, uzak.
Çok uzak ve ne yazık...
Murat Sevinç Kimdir?
İstanbul'da doğdu. 1988'de Mülkiye'ye girdi. 1995 yılında aynı kurumda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı ve 1995 Aralık ayında Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Anayasa hukuku ve tarihi konusunda makaleler ve bir iki kitap yayınladı. Radikal İki ve Diken'de çok sayıda yazı kaleme aldı. 7 Şubat 2017 gecesi yüzlerce meslektaşıyla birlikte OHAL KHK'si ile Anayasa ve hukukun bilinen ilkelerine aykırı bir biçimde kamu görevinden atıldı.
Amaan geçecek geçecek, vallahi en güzel günleriniz! 12 Ekim 2021
O muhafazakâr aynaya bakıp biraz da kendi haline dertlensin... 05 Ekim 2021
Endişeli muhafazakâr, geçenlerde Validebağ'a moloz döktü! 28 Eylül 2021
Yurtsuz öğrencilik ve av olmaması gereken yurttaş... 23 Eylül 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI