Ne yüzle aday oluyorsun, Selahattin?
Biz, yüzlerine maskeler takıp haysiyetimizin üzerinde tepinenlerin, maskeler takıp haysiyetleri üzerinde tepindikleriyiz. Bu yüzden biri bize yüzünü sahiden gösterince umutlanabiliyoruz. Evet, hâlâ! Her şeye rağmen.
Sakın “güler yüzle” falan demeye kalkma! Zaten hepimizin dengesini bozdun gülen yüzünle!..
Biz, çıktığı her basamakta yüzü biraz daha asılan, damarları gerilip şakakları kasılan âmirlerin memurlarıyız. İnsanî kalitesiyle veya kabiliyeti veya ehliyetiyle sağlamakta aciz kaldığı o otoriteye ihtiyaç duydukça kaşları kalınlaşan, gözbebeklerini alevler, bakışlarını siyah dumanlar bürüyen yöneticilerin yönettikleriyiz. Soru sorulursa cevap veremem diye, soru sormaya kalkana daha soruyu sormadan tokadı basan üstlerin astlarıyız. Meymenetsizliklerin, gudûbetliklerin soluk alıp vermeyi neredeyse imkânsızlaştırdığı, insan ezerek yerleşilen koltuklardan yayılan pis kokunun çıkanı daha ilk adımda şuursuz bıraktığı, kapalı kapılarına dokunmanın üç kuşaktır kalkışılmamış cesaret işi sayıldığı mühimadam katlarında yaşayanlar aşağı inerken ortalıktan kaybolanlarız.
Bu yüzden, bizim adımıza iş göreceklerini vaat edip, bizim adımıza iş görülen makamlara yerleşen ve bilahare bizim adımıza iş gördüklerini söyleyerek kendilerini âbât edenler bize yüzlerini göstermezler. Daha doğrusu, bu yüzlerini değil öbür yüzlerini gösterirler. İş görme yüzlerini. İş görme makamındakine karışılmayacağını bildiren yüzlerini. Yasaklayan, tebliğ eden, azarlayan, aşağılayan yüzlerini.
Mesafe, mesafe. Anahtar kelime, mesafe. Ana kavram. Bütün otoritelerin anası. Kof itibarın cevheri. Mesafeyi koymadan yönetemezsin. Mesafeyi koymadan, çay istedin mi başkasınınkinden önce getirilmesini sağlayacak kadar saygı bile yaratamazsın kendine. Nerede kaldı itibar, nerede kaldı otorite…
Tamam, mesafe esas, iki metrelik korumalarla temin edilir, iki metrelik korumaların kulak arkasından çıkmış spiral kablolarla, iki metrelik korumaların ceket yakasına iliştirilmiş minik telsiz mikrofonlarıyla, iki metrelik korumaların etrafında koşuştuğu siyah arabalarla, siyah arabaların zırhlı parlak metaliyle, siyah arabaların siyahını daha siyah kılan füme camlarıyla, biz basit insanların gündelik hayatına önden, yandan, arkadan, her taraftan birden saldıran, döner lambalı ciyak ciyak araba sürülerinin yarattığı dehşetle, bizimkilerden pek farklı görünen plakalarla, envai çeşit silahla, bizi kenara sıyırıp yolu muktedirlere tertemiz sunan trafik polisinin başka şeye benzemeyen korku ve telaşıyla, bizim o korku ve telaşa şahit olurken bile onun bin beterini iliklerimizde hissedişimizle temin edilir. Mesafe.
Fakat sen eğer asık yüzünü görür görmez bedeni o korku ve telaşın türlüsü tarafından ziyaret ve felç edilen astların, memurların ve tebaanın meydana getirdiği katran kokulu tabakayı tozsuz lekesiz ayakkabılarının altında eze eze gezinirken hepimiz naletçe suskunluğunun ardına sakladığın şirretliğin birden patlayıvermesi ihtimalinden ötürü titremiyorsak, zırhlı makam araçları ihtiyaç duyduğun mesafenin teşkilinde yetersiz kalacaktır.
İşbu tafsilatlı tasvirlere ve bilumum tafsilata da hacet yok; yüzünü gösteriyorsan koşulsuz buyurmayı unut! Yüzünü görüyorsak sana şartsız boyun eğmeyiz. Yüzünü tanımışsak, hakkında çok şey biliriz mazallah, başkalarına da yayarız alimallah!
Buyurmaya niyetli, hükmetmeye kararlıysan yüzünü görmemeliyiz. Yüzünü görebildiğimize boyun eğmeyiz biz. Azarlandıkça eyvallah deriz. Surat asıldıkça boyun bükeriz.
Bizi yönetmeye talip olanlar, muratlarına erenler, uğursuz uğultulu tepelerden bize yüksek yüksek bakanlar -ve bizimle asla gözgöze gelmeyenler- kolay kolay gülmezler. Kolay kolay öksürmezler. Esnemezler. Çişe gitmezler. Tebessümleri ince ayara tâbi, gülmeleri taktik ve hattâ stratejik kararlarla mümkündür.
Kendin gibi gülmeyeceksin. Kendin gibi konuşmayacaksın. Kendin gibi konuşursan yüzün gözükür.
Senin gülüşünde sadece kendin gözükmüyorsun, onca badireden geçmiş tebessümün, ardındaki onca badireyi, gülüşün, terkibinde barındırdığı asırlık acıları hissettiriyor. Bu yüzden, tükenmek bilmeyen esprin, bir cin fikirlilik ve zekâ gösterisi durumuna düşmüyor, onca acının yok edemediği bir özgür ruhun direnişinin vücut bulması olarak görünüyor. Sen ne kadar tehlikeli gülüyorsun!
Bu imkânsız bileşimi yapabilmeni sağlayan, doğuştan sahip olduğun mucit yetenekleri veyahut laboratuvardaki hünerin değil. Başkası espriyle, tebessümle dile getirse münasebetsizce bulacağımız şey senin ağzından o renkte, o tonda çıkınca, beklenmedik bir başka kuvvet kazanmış hakikat ifadesi oluyorsa, önceden kat ettiğin mesafe sayesinde. Bize doğru kat ettiğin mesafe. Çünkü yüzünü gösteriyorsun. Biz seni görebiliyoruz. Yüzünü tanıyabildiğimiz için başka türlü dinliyoruz, böylece başka türlü duyabiliyoruz. Sahiden çok tehlikeli işler peşindesin!
Yönetime tâlip olanın yönetilecek olana verdiği samimiyet hissinden daha büyük bir güvence olabileceğine inanmıyorum. Yüzünü göstermenin kaçınılmaz sonucu bu. Biri için taahhüt, öbürü için haysiyetinin tanınması umudu.
Biz, yüzlerine maskeler takıp haysiyetimizin üzerinde tepinenlerin, maskeler takıp haysiyetleri üzerinde tepindikleriyiz. Bu yüzden biri bize yüzünü sahiden gösterince umutlanabiliyoruz. Evet, hâlâ! Her şeye rağmen. Anlaşamazsak, nasılsa yüzü ortada, konuşur anlaşırız, diyebiliyoruz. Sana kulak verince, kendimizi insanların konuşarak anlaşarak sorun çözebileceği bir yerde sanıyoruz.
İkiyüzlü veya yüzsüz olmanın garipsenmediği, binyıllık mevsim normali sayıldığı, kimsenin iki yüzlüye belirli bir durumda yüzlerinden hangisini tercih edeceğini sormadığı, yüzsüz olana, hâşâ, kimsenin ‘yüzün nerede?’ veya ‘niye yok?’ demediği, kazara yüze ihtiyaç duyulan bir durumda kalırsa gereken yüzü nereden nasıl temin edeceğinin merak edilmediği kültürümüz ve ortamımızda, şu işe bakın ki, şimdiye kadar bize yüzünü sahiden gösteren yegâne siyasetçiye hangi yüzle cumhurbaşkanı seçiminde aday olduğunu sordular.
Tahminimce kendi yüzüyle girecektir.