Arsız zamanların sonuna geldik
24 Haziran’a giderken içinden geçtiğimiz tuhaflıktan olsa gerek, herkese normal gelen bir şey var. Türkiye’nin Cumhurbaşkanı adaylarından biri cezaevinde. Tutuklu bulunması için hiçbir gerçekçi neden yok ve eğer hesaplar başka yönde olsaydı tahliye edilecekti. Kimse bunu da garipsemeyecekti hem de. Kullandığı iletişim stratejisinin simgesini, elektrikli su ısıtıcısını duvarlara çizen iki kişi tutuklandı. Hakimlik mesleğinin tuhaf günleri… Ketılın siyasi tehlike arz ettiği tuhaf zamanlar…
Her kuşak kendi tuhaf zamanını yaşıyor. Tabii kuşağın başına gelenler aynı tuhaflığın zamanında yaşayan herkesin başına gelmiyor. Bundan on beş yıl kadar önce Mülkiye’de öğrenciyken film göstermek istemiş, Atıf Yılmaz’ın yönettiği Kibar Feyzo’yu seçmiştik. Tuhaf zamanlardı. Henüz film göstermek için, rektörlükten 15 gün önceden izin almak, afişi rektörlüğe onaylatmak, hatta film göstermek amacı ile sınırlı rektörlük denetiminde bir öğrenci topluluğu kurmak bile gerekmiyordu. Filmi yorumlaması için bir öğretim üyesini davet etmiştik. Hakkında soruşturma açılabileceği gibi bir düşünce aklına bile gelmeden kabul edivermişti davetimizi. Dr. Faruk Alpkaya filmi yorumlarken yaptığı girişte, tuhaf zamanları bir meslekle tarif etmişti: Yazı silicilik. Kemal Sunal’ın canlandırdığı Kibar Feyzo karakterinin ağa tarafından şehre kovulduğu her seferde yaptığı işlerden biriydi bu. Bir sürreal meslek olarak duvar yazılaması silicilik 1970’li yılların tuhaflığını en iyi tarif eden imgelerden biri olarak sunulmuştu. Eğlenceli bir sunuştu, Türkiye’nin üretim biçiminin niteliğinden Atıf Yılmaz sinemasına, filmin çekildiği dönemin özgül siyasal atmosferine kadar her şey konuşulmuştu. Büyük olasılıkla filmi izlediğimiz salonda bir YÖK müfettişi de yoktu. Olsa da kimin umurunda olurdu ki, o salonlarda derslerde ya da “izinsiz” öğrenci buluşmalarında çok fazla yasak delinmişti. Özgür ve eşit bir ortamda konuşmanın nasıl bir şey olduğunu o salonlarda ilk kez deneyimleyen birini nasıl tutabilirdiniz?
OHAL GÜNLERİNDE TRT EYLEMİ
Tuhaf zamanlar, tuhaf kuşaklar bitmiyor ülkemizde. TRT çalışanlarının eylemini görünce Kibar Feyzo söyleşisine gitti aklım. Belki de bugünü en iyi tarif eden fotoğraflarından birini verdi TRT çalışanları. Ne kadar hüzünlü bir fotoğraftı o. Eleştiri yağmuru altındaki kurumlarını korumaya çalışan gazeteciler… Tuhaflığın içindeydiler, gazeteciydiler. Saygın bir kamu kurumunda hükümeti kayırmakla suçlanıyorlardı, kayırıyorlardı da. Hatta düpedüz hükümet propagandasının aracı haline gelmişlerdi. OHAL günlerinde eylem yaptılar, yaptıklarını cesurca savundular, emredileni yapmaktan daha doğal ne vardı? Gazeteciydiler. İşleri, her ay hesaplarına geçen maaşları bir kişinin iki dudağının arasındaydı. Kurumu korumaktan başka ne yapabilirlerdi? Arsız zamanlarda değil miydik?
TRT eylemi imgesi zihnime yerleştiği anda genişledi. TRT eylemcilerinin yanında, dizinden oluşan tezleriyle doçentlik “hakkı” için mücadele eden yerli ve milli akademisyenler, bedelli askerlik talebiyle sosyal medyayı sallayan savaş çığırtkanları, Ensar Vakfı’nı üniversitesine davet edip AKP akademilerinde hocalık yapan “cumhuriyetçi” rektörler, AKP Genel Başkanı’nın konuşmasını alkışlayan ordu komutanları, yasayı ayaklar altına alabilen yüksek yargıçlar, HDP’liler iftar yapacak diye ezan okumayan imamlar… İmge genişledikçe genişledi; kendi karşıtını oluşturdu.
ARSIZLIK VE UTANÇ
24 Haziran’a giderken içinden geçtiğimiz tuhaflıktan olsa gerek, herkese normal gelen bir şey var. Türkiye’nin Cumhurbaşkanı adaylarından biri cezaevinde. Tutuklu bulunması için hiçbir gerçekçi neden yok ve eğer hesaplar başka yönde olsaydı tahliye edilecekti. Kimse bunu da garipsemeyecekti hem de. Kullandığı iletişim stratejisinin simgesini, elektrikli su ısıtıcısını duvarlara çizen iki kişi tutuklandı. Hakimlik mesleğinin tuhaf günleri… Ketılın siyasi tehlike arz ettiği tuhaf zamanlar…
Karşı tarafın imgesi genişledikçe iki zıt mimari oluşuyor insanın zihninde. Tutuklu gazeteciler, milletvekilleri, belediye başkanları, göçe zorlanmış, yerinden edilmiş yüz binler, mesleklerinden ihraç edilmiş barış akademisyenleri, haklarını aradıkları için sürgün edilmiş, meslekten men edilmiş öğretmenler, sendika üyesi oldukları için işlerinden atılan emekçiler, toprağı suyu üç kuruşa hiç edilen köylüler, arzularının, emeklerinin önüne aşılmaz setler çekilmiş gençler, herkesten fazla şeyle ve başta her erkekte olan şeyle mücadele eden kadınlar…
İnkar edecek değilim, belki de arsız zamanların en arsızındayız. Her gerçeğin üzerini örtecek, yeter miktarda çamur üretiliyor, hem de her yerde. Utanç, sadece utanmasını bilen yüzlerde bir insanlık işareti olarak çakılıp kalıyor. Güce yakın olan herkes, güce daha da yakınlaşmak için her kötülüğü yapabiliyor, bunu “hakkı” olarak görüyor. İnsanların haklarını, hukukunu çiğnedikçe kendi haklarının artacağını varsayıyor. Bütün kurumlarıyla iktidar arsızlaşıyor. Arsızlaştıkça utancı ülkemiz insanının yüzüne mıhlıyor. "Arsızlığın sınırı olur mu?" diyeceksiniz, elbette, her şey kendi sınırında başka bir şeye dönüşür ve dönüşümün işaretleri hızla geliyor.
Önümüzdeki birkaç yıl bir arsızlıkla yüzleşeceğiz. Hep birlikte hem de. Bu yüzleşmenin formları üzerine düşündük mü? Zira arsız zamanların sonuna geldik.