Hepimiz insanız canım!
“Adıyamanlıyım” dedim bizim özel harekâtçıya. Bir gülümseme yayıldı yüzüne. “Adıyaman’ın sofisi çoktur” dedi sevinerek. “Alevi’si de çoktur” dedim. Yine bir sessizlik… Kendisini toparlayınca “Hepimiz insanız ya” dedi. “Doğru söylüyorsunuz” dedim, “hepimiz insanız elbette; fakat bunu beş dakika önce değil, ben Alevilerden söz edince hatırlıyorsunuz.” Egemen kararın açığa çıktığı anlardan biri bu; kimin insan olduğuna, kimin olmadığına dair bir kararı verme hakkını da görüyor kendinde.
Uzun zaman önce, doktora tezimi yazdığım sıralarda İzmir’de oldukça güzel bir bahçeye bakan bir pansiyon odası kiralamıştım. İzmir’in kavurucu yaz sıcağında çalışmanın imkânı yoktu ve yazılması gereken bir tez vardı. Sabah uyanır uyanmaz bahçedeki masaya geçip çalışmaya başlıyordum. Bahçenin hemen alt yanında bir pansiyon daha vardı ve orada da inşaat işçileri kalıyordu. Bir gün bu işçilerden biri bahçeye geldi; bahçedeki ağaçlardan biraz meyve koparabilmek için iznimi istedi. Bahçenin sahibiymiş gibi izin verdim kendisine. Laflamaya başladı benimle. Aslında özel harekatçı olduğunu ama istifa etmiş bulunduğunu öğrendim kendisinden. “Özel harekat” ifadesinin yaratacağı heyecanı aradı yüzümde bunu söylerken. Heyecan göremeyince “Tunceli’de görev yaptım ben” dedi. “Bence istifa etmekle doğrusunu yapmışsınız; insan kendisinin olmayan bir kavgada dövüşmemeli” dedim. Alışkın olduğu davranış örüntüsü dağıldı; kısa süreli bir sessizlik yaşadı. Sonra kendisini toparlayınca nereli olduğumu sordu. Bu “Nerelisin?” sorusu, yıllar önce, bir büyük yayınevine bir iş başvurusu sırasında da sorulmuştu bana. Üstelik de Ahmet Cemal’in referansıyla gitmiş olmama karşın, muhatabım görüşme saatinden bir buçuk saat sonra görüşmeye gelince anlamıştım bu görüşmenin sırf Ahmet Cemal’in hatırını yıkmamak için yapılmakta olduğunu. Başından bir işe almama görüşmesiydi bu. Almama durumu kesinleşince “Nerelisin?” sorusu gelmişti, öncesinde değil. Sergilemiş olduğu tavrın ‘doğruluğundan’ emin olmak ister gibi bir hali vardı beyefendinin bu soruya alacağı yanıtla. Coetzee’nin Barbarları Beklerken’ini okuduğumdan beri, ne zaman bu iş görüşmesi gelse aklıma, roman da gelir, bir dağdan kıvrıla kıvrıla gelen bir dere gibi.
“Adıyamanlıyım” dedim bizim özel harekâtçıya. Bir gülümseme yayıldı yüzüne. “Adıyaman’ın sofisi çoktur” dedi sevinerek. “Alevi’si de çoktur” dedim. Yine bir sessizlik… Kendisini toparlayınca “Hepimiz insanız ya” dedi. “Doğru söylüyorsunuz” dedim, “hepimiz insanız elbette; fakat bunu beş dakika önce değil, ben Alevilerden söz edince hatırlıyorsunuz.” Egemen kararın açığa çıktığı anlardan biri bu; kimin insan olduğuna, kimin olmadığına dair bir kararı verme hakkını da görüyor kendinde. Bunun mantıksal koordinatları ‘terörist’ imgesine uzanan bir çerçeve içeriyor. Terörist, kendisine her şeyin yapılabilir olduğu figür; çünkü çoktan insan olmadığına karar verilmiş ve zaten bu nedenle ‘tesirsiz hale getiriliyor’ teröristler. Önce insan olmaklıktan, ardından da can sahibi olmaklıktan dışarıda tutuluyor ‘terörist’. Agamben, “Günümüz toplumlarını yöneten ve hakkında konuşulmayan temel ilke şu biçimde saptanabilir: Her yurttaş potansiyel bir teröristtir” diyordu. Terörist, mevcut güvenlik makinesi tarafından kendisine her şeyin yapılabilir olduğu bir figür olarak inşa edilir. Bu da hukuku öyle ya da böyle ortadan kaldırır. Efsunlu bir sözcüktür bu; her an herkese uygulanabilir, işaret ettiği somut, nesnel, değişmez bir gerçeklik yoktur.
Kendisine sorsanız, “Ne var canım, kötü bir şey söylemedim ki, hepimiz insanız dedim” diyecek. Doğallayın, kendiliğinden… Tümel tikeli yutar çünkü. Ya da başka bir deyişle, evrensel kategoriler kimi zaman öyle bir biçimde devreye girerler ki bütün söylemsel strateji tikel öğelerin üzerini örtmek, onları farklı kılan ayrımları, bir üst kategorinin, bir evrensel kategorinin genişliği içinde görünmez kılmak üzerine kurulu olarak belirir. Deleuze’lerin filan Hegel karşıtlığı da tikeli hiçbir zaman kendi yerinde bırakmaması, onu sürekli bir tümele doğru zorlaması nedeniyledir. Hegel felsefesi ayrımı ve farkı yok saymaz, fakat bunları daima tümelleşmeye, evrenselleşmeye doğru zorlayarak anlamsızlaştırır. Hegel farka farkı aşmak için başvurur; tümelin içinde anlamını yitirinceye değin kendi mantıksal sınırlarına doğru zorlar farkı (buradan hemen benim de Hegel düşmanı olduğum sonucu çıkabilir; çıkmasın. İnsanın insanlaşma sürecine dair açıklamaya kattığı ‘arzu’ boyutu, herkesler bilinci, aklı, sözleşmeyi konuşurken insanın arzusunu felsefe sahnesinin ortasına çekmesi, dünya tarihinin görmüş olduğu en büyük din antropologlarından biri olması vs. nedenlerle dehası önünde büyük bir saygıyla eğildiğim bir filozof Hegel benim için. İşaret etmek istediğim konu Deleuze ile Guattari’nin ve aynı dönemsel tini paylaşmış diğer post-yapısalcıların Hegel karşıtlıklarının temeli).
İşte Coetzee’nin Utanç’ı da bu türlü bir doğallık durumunun içerdiği suçla ilgili bir roman. Belki bu nedenle, bu doğallayın-kendiliğinden hal dolayısıyla “Aman canım, bu yazara mı Nobel vermişler” dedirtebilecek bir duruma da neden olabiliyor. Her şey o kadar sıradan, o kadar beklendik ki, insanın aklına Borges’in ‘mükemmel haritası’ düşüyor. Hani harita o kadar mükemmeldir ki ülkenin birebir aynısıdır ve açıldığında tüm ülkeyi kaplar. E zaten oradaki ağacı görüyorum ben, ne gerek var ki haritaya? Oysa Coetzee, Barbarları Beklerken’in anahtarını, Utanç’a da taşımış (ya da tam tersi, kim bilebilir ki bunu?). Nurdan Gürbilek’in sözleriyle bu anahtar şu: “Bir an gelir, sulh yargıcı barbar kızın bedenine imparatorluk subayları gibi yakarak, yırtarak, keserek değil, bu kez soyarak, ovarak, okşayarak giriyor olabileceğini, işkencecilerin yaraladığı bir bedenin sırrını bu kez yarayı sararak elde etmeye çalıştığını fark eder.”
Bu anahtar David Lurie’nin değil, kızı Lucy’nin sözlerinin içerisine gömülecektir. Mealen söylüyorum: “Tecavüz ile avcı bir erkeğin bir kadını tuzağına düşürmesi arasında o kadar da uzun boylu bir fark yok.” Lucy’nin bakış açısından yalnızca araçları farklıdır bu ikisinin, ikisi de aynı sırrın peşindedir. İşte bu türlü bir eksen değişikliğinin ardından gelir David Lurie’nin hakiki yargılanması. Üniversitede geçirdiği soruşturmada son derece kibirli bir biçimde ‘suçunu’ kabullenen (“Pozisyonumun avantajından faydalandım!”) ve böylelikle kendi yanında soruşturmayı bile boşa çıkaran Lurie, kızının bu söyledikleri karşısında kendisini gerçek anlamda bir mahkemenin karşısında bulur. Doğallayın, kendiliğinden yapıp etmiş oldukları nedeniyle kendisini gerçekten suçlu hisseder; çünkü Lucy ona yaşadığının ‘alt tarafı bir gönül ilişkisi’ olmadığını göstermiştir. Gerçek bir suçluluk duygusu ise yalnızca bağışlanmayı arar ve David Lurie gidip Melanie’nin annesiyle babasından af diler. Adresi mi şaşırmıştır? Bana kalırsa adres şaşırmaktan değil, insanın ancak benzerinden ya da denginden af dileyebilir olmasından kaynaklanıyor bu ya da dilerseniz Coetzee’nin gerçekçiliğinden kaynaklanıyor. Ve Lurie kızının yanına ancak bağışlanma diledikten sonra geri dönebiliyor. Onun dilediği özür veya arzuladığı bağışlanma Beyaz Adamın Siyah Afrika’dan dilediği bir özür, ondan beklediği bir bağışlanmadır.
Arkadaşım İlker Akçasoy yıllar önce “Bazen kavramları, alışkın olmadıkları, hatta hiç ilgilerinin bile bulunmadığı ‘yer’lere taşımak gerekir. Bu bir deneydir ve elbette sonucun ne olacağının hiçbir garantisi yoktur. Hatta bir şey olup olmayacağının bile garantisi yoktur” demişti. Ondan beridir arada sırada böyle deneyler yaparım; bazı düşünüş biçimlerinin saçmalığını, bazılarının gücünü görünür kılmak için. Güney Afrika’da bir beyazın bir siyaha “Hepimiz insanız canım” dediğini bir düşünsenize?