Cumhurbaşkanının iki şapkası
Cumhurbaşkanı, biri parti mensubu olarak yapıp ettikleriyle, diğeri yürütmenin başı ve devletin manevi kişiliğinin temsilcisi olmasıyla ilişkili olan iki karşıt konumu aynı anda işgal etmektedir. Henüz bu konumların cumhurbaşkanının davranış ve sözlerine uygulanabilecek objektif kriterlerle ayırt edilmesini sağlayacak bir düzenleme yapılmış değil. Böylelikle, “partili cumhurbaşkanı” statüsü kendi içinde çelişkili hale geliyor...
Partili cumhurbaşkanlığı statüsünün kabulünden sonra siyasetin önüne yeni bir gündem maddesi çıkmış durumda. Deniliyor ki bundan sonra, cumhurbaşkanı biri devlet başkanlığı, diğeri de siyasi parti liderliği olmak üzere iki farklı şapka kullanacak. Bu tarz bir düzenleme için ileri sürülen birçok gerekçe arasında bazıları özellikle dikkat çekiyor. Öncelikle devlet başkanının yeni statüsü vesayet sistemine karşı mücadelenin doruk noktası olarak sunuluyor. Sonra, cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin saymakla bitmeyen yararlarına geliyor sıra. Yargı veya yasama gibi engellerin “zincirinden kurtarılan büyük adam” efsanesini de bu meyanda saymak mümkün.
Yeni durum Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın davranış ve konuşmalarında etkilerini göstermeye başladı. Erdoğan, bu statüyle ilişkili iki pozisyonu art arda veya aynı anda işgal edebiliyor. Belli bir durumda Erdoğan’ın kafasında hangi şapkanın olduğunu, sözlerinin içeriği veya davranışlarının niteliğinden hareketle ayırt etmek mantıklı gözükebilir. Mesela Erdoğan propaganda yapıyorsa ayrı, muhtarları saraya davet ediyorsa ayrı bir şapkayı taktığı düşünülebilir. İlkinde o bir siyasi parti lideri gibi, ikincisinde bir devlet başkanı gibi davranmıştır. Lakin uygulama bu mantıklı çözüme aykırı birçok durum çıkarıyor karşımıza. Aslında Cumhurbaşkanı’nın şapkaları hiç de öyle düşünüldüğü gibi onun yapıp ettiklerinden hareketle tefrik edilmiyor. Bilakis, onun başındaki şapka belirlenirken, muhataplarının davranışları veya sözleri esas alınıyor.
Durumun somut bir örneğini, Erdoğan’ın Malatya konuşması sonrasındaki tartışmalarda gördük. Cumhurbaşkanı önümüzdeki seçimlerde ona rakip olan Muharrem İnce’yi sert bir üslupla eleştirmiş ve ayakta alkışlanmıştı. Alkışlayanlar arasında üst düzey bir askeri yetkilinin üniformasıyla bulunması sert eleştirilerin gelmesine yol açtı. Görüldüğü kadarıyla, izleyici topluluğu içindeki asker kişi için konuşmacı ordunun başkomutanıydı. O da bir asker olarak komutana gösterilmesi gereken asgari saygı ve ilginin gereğini yerine getirmişti. Oysa aynı topluluğun içindeki bir AKP seçmeni, konuşmacıyı bir siyasi lider olarak görmekte ve alkışlamaktaydı. Yani konuşmacının statüsü, onun ne söylediğinden bağımsız olarak, konuşmaya kimin tepki verdiğine bakılarak ayrıştırılabilir bir nitelik kazanmıştı.
Bir başka çarpıcı örneği, Erdoğan’ın Selahattin Demirtaş’a yönelik eleştirilerde görebiliyoruz. Erdoğan, Demirtaş’ı açıkça yüzsüzlükle suçlayan ve yargıyı görevini yapmaya çağıran bir konuşma yapmıştı. Bu konuşmada Demirtaş’a sorduğu soru şuydu: “Hangi yüzle aday oluyorsun?” Bu soruyu, elbette bir siyasi parti lideri olarak, polemik bir amaçla soruyordu. Öte yandan, Erdoğan, Demirtaş davasının gereği gibi yürütüleceği, yani onun cezalandırılacağı konusunda yargıya güven duyduğundan da söz etmişti. Buradaysa onun devlet başkanı olarak davrandığı görülüyordu. Bir an için bir Demirtaş taraftarının, Erdoğan’ın partili bir şahıs olarak konuşmasını, onun devlet başkanı kişiliğinden ayırt ettiğini varsayalım. Eğer bu kişi, o konuşmaya misliyle mukabele etmeye kalkarsa, önceki deneyimlerden biliyoruz ki, cumhurbaşkanına hakaret suçundan yargılanması kuvvetle muhtemeldir.
Görüldüğü kadarıyla partili cumhurbaşkanlığı statüsü hukukumuzda ve siyasal hayatımızda mevcut haliyle çözüme bağlanamayacak ikircikli bir konumun ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Cumhurbaşkanı, biri parti mensubu olarak yapıp ettikleriyle, diğeri yürütmenin başı ve devletin manevi kişiliğinin temsilcisi olmasıyla ilişkili olan iki karşıt konumu aynı anda işgal etmektedir. Henüz bu konumların cumhurbaşkanının davranış ve sözlerine uygulanabilecek objektif kriterlerle ayırt edilmesini sağlayacak bir düzenleme yapılmış değil. Böylelikle, “partili cumhurbaşkanı” statüsü kendi içinde çelişkili hale geliyor. Yani bir davranışın aynı anda hem taraflı hem tarafsız kabul edilmesini gerektiren, sürdürülmesi imkansız bir durum çıkıyor karşımıza. Bu imkansızlık hali, mantıkta “üçüncü halin olanaksızlığı” yasasıyla ele alınıyor. Bir şeyin aynı anda hem kendisi, hem de kendisi dışında bir şey olamayacağını anlatan bu ilke, her varlığın imkan koşullarını belirliyor.
Bu tarz bir çelişkili konuma biçimsel açıdan benzerlik gösteren bir örneğe siyasal düşünce tarihinin derinlerinde rastlıyoruz. “Kralın iki bedeni” adıyla bilinen bir teori, Ortaçağ boyunca İngiliz siyaseti ve hukukunu yönlendiren temel ilke olmuştu. Buna göre, kralın biri maddi ve ölümlü, diğer manevi ve ölümsüz olan iki bedeni vardır. Bedenlerden ilki onun “doğal bedeni”, ikincisiyse “siyasal bedeni” olarak kabul görüyordu. İki bedenin birbirinden ayrılmasının mümkün ve gerekli olmadığı mutlakiyetçi bir monarşide, bu teori etkili bir şekilde kullanılabilmişti. Kralın şahsi mal varlığı ile devletin hazinesi, onun özel yaşamıyla egemenin siyasal hayatının iç içe olması bu yaklaşımın uygulanabilirlik koşulunu oluşturuyordu. Mesela VIII. Henry eşlerinden birini, evlilik öncesi bir ilişkisini kendisinden sakladığı için vatana ihanetle suçlamıştı. Bu uç durumlara rağmen, teori ölümlü kralların bedeninde cisimleşmiş devletin sürekliliğini ve devlet gücünün yok edilemezliğini güvenceye bağlaması bakımında vazgeçilmez görülüyordu. Doğal bedeniyle kral ölebilirdi, ama ya onun siyasal bedeni? “Kral öldü, yaşasın kral!” veya “Kral asla ölmez!” türünden formüller bu sorunun nasıl yanıtlandığını bize göstermektedir.
Bizdeki “iki şapka teorisi” de çelişkili görevleri bir araya getirerek biçimsel açıdan bu teoriye benzemektedir. Ancak bu teorinin diğer versiyondan farklı olarak, egemen gücü kullanan kişinin gerçek kişiliği ile devletin soyut kişiliği arasındaki gerilimle belirlenmiştir. İki şapka teorisi, parti mensubiyetinin hukuki ve siyasi gerekleriyle devlet başkanı olmanın gerekleri arasındaki gerilimden beslenmektedir. Bu yüzden egemen gücün kaynağına değil, egemenliğin kullanımına dair sorunlar alanına aittir. Bizdeki asıl mesele, ölümlülük ile ölümsüzlük arasındaki çelişki değil, yanlılık ve yansızlık arasındaki çelişkiden kaynaklanıyor. Buna rağmen, çelişkili bir ilkeyi siyasal hayatı devindiren ve yönlendiren bir güç olarak benimsemenin sonuçlarını göstermesi açısından bu kıyaslamanın yararlı olduğunu düşünüyorum.
Bu çelişkili konumun bir başka örneğini de Türkiye’nin siyasal tarihinde buluyoruz. 1946 yılında çok partili hayata geçilmiş ve bir tür demokratik sistem gelişmeye başlamıştı. Ancak hileli seçimlerle muhalefet partisi konumuna düşen Demokrat Parti, “tek parti zihniyeti”nin devam ettiği inancındaydı. Devlet başkanı İnönü’nün aynı zamanda iktidar partisi CHP’nin mensubu olması, artık demokratik özgürlüklerin kullanılması açısından tahammül edilemez bir hal almıştı. Bu yüzden DP, devletin yansızlaşmasını ve bunun göstergesi olarak cumhurbaşkanının partili olmasını eleştiren bir “Hürriyet Misakı” yayımlamıştı. Bu bildiri, parti üyelerine gerekirse meclis çalışmalarını ve siyasi faaliyetleri boykot etme özgürlüğü tanıyordu. Daha sonra, İnönü 12 Temmuz Beyannamesi ile bu endişeleri nispeten yatıştırmaya çalışmıştı. 1950 seçimleriyle iktidarın barışçıl şekilde el değiştirmesi, endişeleri bir nebze de olsa gidermişti. Sonradan yerleşen parlamenter sistemin ilkeleriyle bağdaşmayan ve sürdürülemez olan bu statü, haliyle ortadan kaldırılmıştı.
Elbette parlamenter sistem ile başkanlık sisteminin ilkeleri açısından devlet başkanının konumunun aynı olmadığını görmek gerekir. Lakin Türk tipi başkanlık sistemi olarak da formüle edilen cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi, diğer örneklerinden farklı olarak, devlet başkanının tarafsızlığını aynı anda hem zorunlu hem de imkansız kılan ilkeleri bir arada barındırmaktadır. Cumhurbaşkanının siyasi faaliyetlerinden, ona yönelen muhalefetin haklarına ve sınırlarına varıncaya kadar birçok mesele bu çelişkili durum yüzünden açmaza girmiş durumdadır. Cumhurbaşkanının siyasi beyanlarına, polemiklerine veya ajitasyonuna muhatap olan bireylerin tepkileri devlet başkanına hakaret olarak kabul edilmektedir. Cumhurbaşkanına hakaretten yargılanan veya mahkum olan kişi sayısındaki artıştan, eşit ve özgür koşullarda bir seçim yapılmasına kadar uzanan bir yelpazede karşılaştığımız birçok mesele, bu çelişkinin idare edilemez olmasından ileri gelmektedir.
Görebildiğim kadarıyla bu çelişkiyi giderecek bir düzenleme beklemek, şu an için pek makul değil. Çünkü partili cumhurbaşkanı, siyasi iktidar tarafından vesayet sisteminin tabutuna çakılan son çivi ve milli iradenin tecellisini en yüksek belirtisi olarak değerlendirilmektedir. Bu yüzden iktidar blokunun devlet başkanlığı gücüyle siyasi rekabete katılmanın avantajlarından vazgeçeceğini düşünmek hiç gerçekçi olmayacaktır. Ama bu statünün sürdürülebilirliği açısından bir uyarıda bulunmanın yararlı olduğunu düşünüyorum. Her türlü anayasal açmazı, halkoyuyla aşılacak bir siyasi krize dönüştürenler belki bana bozulacaklar. Fakat ben yine de aklımdakini söylemiş olayım: En son baktığımda, mantık yasalarını halk oylamasıyla değiştirmek mümkün değildi.
Ahmet Murat Aytaç Kimdir?
Ailenin Serencamı: Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşumu (2007), Kitlelerin Ruhu: Siyasi ve Sosyal Tahayyüle Kalabalıklar (2012) adlı eserleri kaleme aldı. Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Kıyılarında (2014) adlı eserin editörlerinden biridir. Şubat 2017'de yayımlanan KHK ile ihraç edilinceye kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yardımcı Doçent ünvanıyla çalıştı. Temel ilgi alanları insan hakları felsefesi, siyasal düşünceler tarihi ve siyaset kuramı, radikal demokrasi gibi konulardan oluşmaktadır.
Bugüne kadar Türkiye'nin hiç gerçek anayasası olmadı ki 13 Şubat 2021
Her eylemci gerçek provokasyonu tanır 06 Şubat 2021
Kayıplar bir geri dönüş işareti mi? 30 Ocak 2021
Siyaset, suçu 'nezihleştirir' mi? 23 Ocak 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI