YAZARLAR

En geveze bürokrasi!

Genelkurmay Başkanı politik kişilikleri ziyaret ediyor. General, parti liderini alkışlıyor. Danıştay Başkanı muhalefet adayına kinini kamusal alanda ifşa ediyor. Üniversite yöneticisi, beş adaya laf saydırıp “Erdoğan canımız ciğerimiz” diyor…

Türkiye tarihinin en geveze bürokrasisini görüyoruz… Danıştay Başkanı’nı, bir cumhurbaşkanı adayını eleştirirken gördük. Ondan bir süre önce de bir generalin bir partinin cumhurbaşkanı adayını (ve elbet mevcut cumhurbaşkanını) alkışlarken gördüydük. Yine bir özel üniversite mütevelli heyeti başkanını, beş cumhurbaşkanı adayını yerden yere vurduktan sonra, “Tabi bunu hepsi için söylemiyorum, Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan canımız ciğerimiz, her yönüyle mükemmel” derken görüntüye girdi. Görüyoruz, çünkü görünmek için yarışta bürokrasi…

Tanık olduğumuz şey, bürokraside partizanlaşma değil. Onu geçeli çok oldu. Partili cumhurbaşkanı sistemine geçtik ya, bu partili Danıştay Başkanı, partili general, Genelkurmay Başkanı, partili mahkeme başkanı, partili dekan, rektör, mütevelli heyeti başkanı filan da demekmiş.

Memleketin bir yarısı şükür bu günleri de gördük diyor, bir yarısı bunu da mı görecektik…

Bu şükürle ilenme, alkışla kargış uçları arasında neler olup bitiyor? Bu yazı onu anlama çabasında.

300 YILLIK BİR ÖYKÜ

Önce bir öykü, saraydan bir öykü. Yok, şu bizim “Külliye” rumuzlu mekandan değil, milattan önce 1200’lerden, en az 3000 bin yıl önceden, “Saraya Gidiş” adlı bir öykü:

(Köle! Buraya gel!)

-İşte geldim efendim!

-Haydi git ve arabayı hazırla. Saraya gideceğim.

-Git, efendim, git. Orada herhangi bir kâr bulacaksın.

-Kral seni görünce, seni bol bol onurlandıracak.

-Pekâlâ, hayır, köle! Saraya gitmeyeceğim.

-Gitme efendim gitme. Kral seni görünce seni gönderebilir (tanrı bilir nereye)

Seni bilinmeyen bir yola gönderebilir, ve seni gece gündüz sıkıntılara sokabilir.

Aynı öykü öbeğinden bir tane daha, “Başkaldırı” adı bunun da:

-Köle buraya gel!

-İşte geldim efendi.

-Başkaldırmak istiyorum.

-Kuşkusuz başkaldır. Efendi, başkaldır. Eğer sen başkaldırmazsan, nasıl giyineceksin? Karnını doyuracak şeyi sana kim verecek?

-Pekala, hayır köle! Başkaldırmak istemiyorum.

-Başkaldırma efendi, başkaldırma. Başkaldıran insan öldürülür, diri diri derisi yüzülür, gözleri oyulur, hapse atılır.

EFENDİ NE DERSE O!

Bu öyküler on tane, örnek olarak ikisi yeterli. Şunun örneği: Bu yazılış maksadı hala tartışılan kadim metinlerde efendi ne istese, köle onu hem alkışlıyor hem de uygun gerekçeyi bulup sunuyor. Efendinin sadece arzularını biliyoruz, önce bir şeyi istiyor köle tam onu alkışlamış ve ne haklı olduğunu gerekçeleriyle anlatmışken başka bir şeyi istiyor efendimiz.

İçinden geçtiğimiz günlerde bürokrasi, medya ve akademi bu öykülerdeki kölenin durumuna benzer şekilde davranmak üzere dizayn ediliyor neredeyse: üst yönetici, hem iktidar partisi genel başkanı ve hem de cumhurbaşkanı ne söylerse o hem alkışlanıyor ve hem de türlü çeşit, belki kendisinin bile düşünmediği gerekçelerle haklı bulunuyor.

Elbette üç bin yılda insanlıkta kimi ilerlemeler oldu, o öyküde olmayan figürler var: muhalif kişi ve kurumlar, muhalefet partileri ve bu alkış-gerekçelendirme korosunda yer almak istemeyen kişi ve kurumlar. CHP’nin cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce bir fakülteyi ziyaret ettiği için dekan istifaya zorlandı mesela ama Adalet ve Kalkınma Partisi liderinin gittiği üniversitede ayakta alkışlanmasında sorun yok. Bir yüksek yargı heyeti başkanı alenen CHP’nin cumhurbaşkanı adayını hedef alıyorken, bir üniversite yöneticisi “can ciğer”li destek beyanıyla Adalet ve Kalkınma partisi liderini övebiliyor filan…

İKİ ŞAPKA!

Ne oluyor? Deniliyor ki, o aynı zamanda cumhurbaşkanı ve cumhurbaşkanı olarak askerin de, yargının da, eğitimin de, işte her şeyi başı. (Bu “cumhurbaşkanının iki şapkası” meselesine ilişkin güzel bir yazı için: https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2018/06/09/cumhurbaskaninin-iki-sapkasi/)

Aynı zamanda partinin başı, aynı zamanda devletin başı, aynı zamanda milletin temsilcisi, ne temsilcisi, cumhurbaşkanı danışmanlarından Mehmet Uçum’un sözüyle, milletin kendisi: “Bu devrim halk devrimidir, çünkü kadrocu hareketler değil bizatihi halkın kendisi, halkın organik lideri olan Erdoğan önderliğinde bu devrimi başarmıştır.”

Yani? Millet=Devlet=Reis. Parti de var, o hem onun hem onun lideri doğal olarak her şeyin lideri olur: Erdoğan=AK Parti=Devlet=Millet… (Egemenlik kaynağı olarak millet, onun temsilcisi olarak AK Parti, onun bu temsil yetkisiyle yönettiği devlet ve o devletin ve partinin başkanı olarak tartışılmaz, karşı çıkılmaz lider… Daha önceki bir yazı için: https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2017/02/04/tek-kisilik-dev-toplantilar/)

85 YIL EVVELİ

Bu pek bugünün formülü değil. Cumhuriyet Halk Fırkası’nın (hani şimdiki cumhurbaşkanımız ve onun tüm yöneticilerinin her fırsatta taşladığı eski partinin “fırka”yı çıkarıp) “Cumhuriyet Halk Partisi” adını resmen aldığı 4. Kurultayı'nda, 1935’te “parti ile devletin bütünleşmesi” kararı onaylandı. Yeni devleti kuran parti, 1935’teki kararın ardından devletle özdeşleşir; aslında devletin partiyi yuttuğu yorumunu yapanlar da olmuştur. Gerçekten de içişleri bakanı parti sekreteri olmuş, valiler il başkanlığına getirilmiştir. Recep Peker, sistemin mimarlarından biri olarak, “otoriter demokrasi” adını telaffuz eder. Mahmut Esat Bozkurt, “ne demokrasisi/nasıl demokrasi” sorusuna cevap bulmuştur bile: “Ulus egemenliği, kayıtsız ve şartsız halk egemenliğidir. Türk demokrasisinin anlamı budur.”

İktidar partisi, muhtemelen uykusunda bile eleştirdiği döneme çok benzeyen bir yolda, ama farklar benzerliklerden daha önemli tabii: Bugün devletin yöneticileri partilerini devlete yedirmiyor hayır, fakat devleti partilerine yediriyor. Başka partiler, başka fikirde olanlar, başka türlü düşünenler akademiden, bürokrasiden, medyadan her yerden temizlenmek isteniyor, hain yaftalarıyla, sivil ölüm şiarıyla, işsizlikle, mesleksizlikle…

Devlet bürokrasisinde yer alanlar bunu çok iyi görüyor, o yüzden Genelkurmay Başkanı tuhaf ziyaretlerde bulunabiliyor, kaymakamlar, valiler politik açıklamalar yapar ve kararlar alırken görülebiliyor, Danıştay Başkanı muhalefetten bir isme laf saydırabiliyor… İktidar, “ikinci kurucu iktidar” lafını boşuna telaffuz etmedi, Cumhuriyetin 1945’e kadarki döneminin otoriter yöntemlerinin, (elbette içerik hedefleri tamamen zıt olmakla birlikte) taklit edilmek istendiği çok açık. “İkinci kurucu meclis” sözü de bu nedenle telaffuz edilmiş olmalı; o dönemden farklı olarak çok sayıda parti var ama o partiler “milletle özdeş” değil hain, yoksa çok sayıda parti varken sadece biri nasıl kurucu meclis olmayı aklından geçirebilir?


Notlar

* CHP kurultayına ilişkin bilgiler ve alıntılar, Suat Burak’ın 1930-1938 İnkilap Algısı ve Kemalizm başlıklı tezinden.

http://katalog.istanbul.edu.tr/client/tr_TR/default_tr/search/detailnonmodal/ent:$002f$002fSD_ILS$002f0$002fSD_ILS:2023342/ada?qu=Kemalizm.&ic=true&ps=300

* Efendi-köle öyküleri, Jean Bottero’nun “Mezopotamya/Yazı, Akıl ve Tanrılar” adlı kitaptan, Dost Yayınları.