Dedikodu dediğin
İlk bakışta dilin ‘düşük’ hali ya da en hafifinden boş lakırdı belki de. Ancak hemen itiraz etmeyip kabul etmek lâzım, kötüsü var, iyisi var, değil mi ama? Kötüsü sadece kaba laf lojistiği, ama iyisi bir tür maceralı tur rehberliği, her jestinde had bildiren parazitli söze karşı darbı mesel kıvamında diğeri.
“Siz nerelisiniz acaba abla” sorusunun ardından“biz yerliyiz” diyor biri, “dışarıdan gelenlerden pek hoşlanmıyorlar buralarda galiba” diyorum, “köylü onlar, hoşlanmayanlar köylüler, yer almalarından, gelip yerleşmelerinden dolayı, istemiyorlar onları” diye yanıt veriyor. Duyduklarından, gördüklerinden kendilerince meselenin sınırları çiziveriyorlar. Yerli-yabancı gerilimi çok su götürecek bir mesele buralarda işin gerçeği. Üzerine yazmak için epey bir veri toplamak lâzım ama. Yoksa pazarından, sokaklarına, sahillerinden kafelerine kol geziyor bu gerilim, parça bölük yakalıyorsunuz, kimi kez incir çekirdeğini doldurmayacak olaylarda hemen yüzeye çıkıveriyor, birer ikişer önünüze düşüveriyor. Ama dedim ya dişe dokunur bir şeyler söyleyebilmek için biraz daha zaman gerekiyor, etraflı, derinlemesine gözlem yapmak lâzım.
Sohbetimize çekingen suskunluklar eşlik ediyor. Ya bu gerilim konusunda konuşmak istemiyorlar ya da zaten onların alıp veremedikleri yok bu meseleyle. Çekingenliklerinden sıyrılıveriyorlar adeta ve muhabbetin çubuğunu başka tarafa büküveriyorlar birden ve konuyu asıl dertlerine getiriyorlar. Onların gözünde heyecanlarına ket vuran, keyiflerine halel getiren yerleşiklilik-dışarlıklılık gerginliği değilmiş meğer, ’yerleşiklerin’ dünyasında hükmünü sürdüren basınçlarmış. Bir diğeri alıyor sözü gayet kendinden emin, insanı bir anda afallatan görmüş geçirmiş bir edayla “abla, biliyor musun burası küçük bir yer, her yere yürüyerek gidiliyor, bundan ötürü dedikodusu çoktur buranın, oradan oraya dolaşır, her şey duyulur hemen” diyerek kendisinden ağır sözü muhabbetin ortasına bırakıveriyor. Büyüklük ve mesafe ile dedikodunun negatif korelasyonunu kuruveriyor hemencecik. Sekizinci sınıflar, ancak bu yaşa rağmen dedikodudan nasiplerini almışlar, gadrine de uğramışlar anlaşılan. Kısacık ömürlerinde renkli uçuşan hayallerine şimdiden gölgesi düşmüş görünüşe göre. En nihayetinde insan, en canını yakan, kendisini daraltan şey üzerinden dillendirir yaşadığı ortama dair rahatsızlığını. Onlarınki de bu hesap işte. Kısacık sohbetimiz bir kavşakta nihayetleniyor.
Deyim yerindeyse boca ettikleri yükten kurtulabilme gayretiyle belki de “ama kim yapmamıştır ki dedikodu, kim açık yüreklikle sevmediğini söyleyebilir ki?” diyerek koşar adım çark ediyorum onların minvalinden. Dedikodunun başka veçheleri de var diyerek meseleyi kendime yontuyorum.
Öyle değil mi? İtiraz etmenin âlemi yok, dedikodu dediğimiz bir yanıyla hayatın vazgeçilemeyen baharatlarından, çeşnilerinden. Tadı tuzu olmayan yemeği kim sever? Asıl mesele hangi baharat, hangi karışımla ne oranda serpiliyor hayatlara? Kimler, hangi saiklerle dövüp katıyor konuşmalarına, kimlerin damakları bayram ediyor, kimlerin tadı tuzu kaçıyor? Yapanlarda, dinleyenlerde, ufaklı büyüklü ‘çorbada benim de tuzum olsun’ diyenlerde karşılık geldiği hazlar, duygulanımlar çeşit çeşit. Kabul edelim, duygulanımlar prizmasından gerçekliğin tahrifi olsa da kimi kez yaraları iyileştirmese bile serinletiyor az biraz, sağladığı küçük nefes alışlarla. Kimi safi hasetten mustarip, bu nedenle çoğu kez yapana hayrı kısa ömürlü, sürüklediği rezillik de cabası, çoğu zamanlarda oysa kimi küçük kıskançlıkların müsekkini, kimi vicdan yarasının, kimi zedelenen adalet duygusunun dışa vurumu. Öç almanın biçimlerinden, ama ardındaki duygulanımlar nedeniyle getirdiği ‘zaferler’ de farklı farklı ister istemez.
İlk bakışta dilin ‘düşük’ hali ya da en hafifinden boş lakırdı belki de. Ancak hemen itiraz etmeyip kabul etmek lâzım, kötüsü var, iyisi var, değil mi ama? Kötüsü sadece kaba laf lojistiği, ama iyisi bir tür maceralı tur rehberliği, her jestinde had bildiren parazitli söze karşı darbı mesel kıvamında diğeri.
Ha deyince görülmüyor belki ama dedikodu, yapanı bir tür otoriteyle donatıyor, ancak kötü olanından başka türüyor, iyi olanından bambaşka. Metalar dünyasındaki gibi sözün salt değişim değerinden kâr elde etmeye karşılık asıl kullanım değerine hassasiyet göstermenin sağladığı otorite aynı değil. İlki kötü parodi bile olamayan bir tür sakillik, neresinden tutsan elinde kalıyor, diğeri handiyse hiciv ustalığı. İlki aşkın olmakla şaşkın, her daim üst perdeden, buram buram iktidar arsızı, diğeri her adımında kendisi de mukim, üstelik iktidarcıklara çelme takma peşinde.
Dolayısıyla yapanın da bir takım hasletleri olmalı yani, hele de iyisi için olmazsa olmazları var. Dili uz, belagati kuvvetli, deyimleriyle, şivesiyle sözcük dağarı geniş olmalı. Dinleyenlerin nabzını tartarak sözcüklere seyahat ettirenle, katılımı şevklendirenle zehirden gayrısına yer vermeyeninki aynı değil. Üsluba kayıtsızlık örneğin, kazandırdığı sanılan otoriteyi yerle yeksan ediyor. Belki de kötüsü iyisi diye ayırmak çok da doğru değil. Kötü diye niteleneni dedikodu değil de kara çalma olarak adlandırmak daha doğru. En nihayetinde dedikodunun gerçekleştirdiği tahrifat konu ettiği gerçekliğin tam bir ters yüz edilişi değil, bir eğip bükme hali. Dilin dehşeti gibi ele alınsa da çoğun, eğretileme demek daha doğru sanki dedikodu için.
Neyse sözü nihayetlendireyim, yoksa dedikoduya başlayacağım enikonu bu gazla. Baya baya dedikoduya methiye oldu baksanıza. Belki de onun üzerine lafazanlık, ne dersiniz? Neyse zamanın sahte sahihliğinden gına geliyor bazen, mazur görün!