YAZARLAR

O halde kimdir ‘terörist’?

Terörist insan-olmayan bir varlık olarak kodlanmıştır ve bu nedenle de kendisine her şey yapılabilir. Savaş hukukunun iptali insan oluşun da iptali anlamına gelir ve ‘Terörist kimdir?” sorusunu saçma kılan da budur. Terörist bir ‘kim’likle değil, bir ‘ne’likle damgalanmıştır bu söylem tarafından. O halde doğru soru “Terörist nedir?” sorusu olmak durumundadır.

Aslında hiç kimse terörist değildir ve dolayısıyla da herkes teröristtir. İlk bakışta saçma geldiğinin farkındayım; fakat aslında saçma olan, sorunun bir ‘kim’ soru zamiriyle dile getirilmesi. Çünkü terörist kendisinden ‘kim’ olmaklığın sökülüp alınmış olduğu bir figürdür. Bu nedenle “Terörist kime denir?” biçimindeki bir soruya verilecek her türlü yanıt, işaret edilen kimseye bir kim olmaklığı yeniden bahşedeceği için soru kendi mantığına aykırı bir yanıtın peşine düşmüş olacaktır. Bu mantık açısından doğru soru şudur: Terörist nedir? Çünkü zaten ‘terörist’ sözcüğün hukuksal anlamında bir insan değildir bu mantığa göre; o insanlık kümesinden düşmüş bir varlığı temsil eder (ya da belki de sözcüğün özel bir antropolojik anlamıyla insan kümesine hiç dâhil edilmemiştir; o doğumundan itibaren bu kümenin dışındadır). Böylelikle terörist, kendisine karşı topyekûn bir tür-merkezciliğin de iş başında olduğu bir figür olarak belirir. Madem insan değildir; ona her şey yapılabilir (tıpkı tür-merkezciliğin insan dışındaki bütün varlıkların insan için oldukları biçimindeki kabulü gibi; insan-altı kabul edilen her varlık insanın insafına terk edilmiştir). Sağ yakalanırsa savaş esiri değildir; bir avcılık terimiyle ‘ele geçirilmiştir’; öldürülürse bir teknik terimle tesirsiz hale getirilmiştir. Çünkü bir terörist, egemen bir kararla çoktan insanlık kümesinin dışına atılmış bir figürdür.

Bunun temel izleğini savaşın modern dönemlerde geçirdiği dönüşümlerde yakalamak mümkün. Avrupa’nın modernleşme süreçlerinde yaşanan köklü toplumsal değişim ve dönüşümlerden savaş da nasibini alıyor ve bir kere savaşa karar verildikten sonra düşmanın mutlak imhasını öngören savaş görüşleri yerlerini düşmanın da hukuksal bir statüye sahip eşit bir figür olarak görüldüğü savaş görüşlerine bırakıyorlardı. Düşman bir haydut değildi; belirli bir anlamda hukuki bir statüye ve güvenceye sahip bir muharip figürdü ve dolayısıyla da sağ yakalandığında yaşamakla ilgili, hayatını kaybettiğinde ise ölümüyle ilgili kimi haklarını muhafaza ediyordu.

Bu değişim dönüşümler, beraberlerinde savaş alanlarıyla sivil-toplumsal yerleşim alanlarının da birbirlerinden ayrılması sonucunu getiriyorlardı. İlk modern muharebelerde adeta savaş için bir randevulaşma söz konusuydu. Cephe, mevzi gibi terimler de mekânsal bir ayrımı varsayıyor; örneğin bir cephe oluşturmaktan değil, cepheye gitmekten söz ediliyordu. Clausewitz savaşı “düşmanı irademizi kabule zorlamak için bir kuvvet kullanma eylemi” biçiminde tanımlayacaktı. O halde cephenin de bir sınırsızlığı söz konusu değildi; irade kabul edildikten sonra durmak savaşın örtük bir ilkesi durumuna gelmişti. Fakat elbette kolektif ve çok boyutlu öldürme edimlerinin de istisnaları mevcuttu ve oldukça büyük düzeylerdeki öldürme edimlerinin pek çoğunun ‘savaş’ olarak tanımlanmadığı durumlar da söz konusuydu. Özellikle de medeniler (!) ile vahşilerin ya da barbarların karşı karşıya geldikleri silahlı çatışma durumlarında… Yukarıda tanımlandığı şekliyle savaş, ancak Avrupa kamu hukukunun birer parçası olarak görülen düşmanlar söz konusu olduğunda işlerlikteydi. Diğer kolektif öldürme edimleri ise çoğunlukla hijyenik adlandırmalar buluyorlardı kendilerine, ‘temizlik’ gibi (bizdekilerden birinin adı ‘Tehcir’! Müslüman bir topluluğun uyguladığı bir toplu kıyıma kendisinin verdiği adın bizzat İslam peygamberinin Mekke’den Medine’ye göçünü anlatan terimle, ‘hicret’ ile aynı kökten olması da tuhaf duygulara sürüklüyor insanı). Neden temizlik? Çünkü bu türlü bir uluslararası hukukun içinde tanımlanmış olmayanlar çoktan insan-altı olarak kodlanmışlardır. Amerika yerlileri, Tunus, Cezayir, Hindistan, Güney Afrika vs.

Fakat 2. Dünya Savaşı'nın ardından imzalanan 1945 Birleşmiş Milletler sözleşmesiyle sömürgeler de kendi kaderlerini tayin hakkı bağlamında birer hukuksal statü edinmişlerdi. Bu, sömürgeli direnişçi figürlerin de düşman statüsüne sahip birer muharip haline gelmeleri anlamına geliyordu. Artık eşitsizlik savaş tekniklerindeki bir eşitsizlik olarak beliriyordu; hukuksal bir eşitsizlik değil. Türkiye’de Kürt sorununun tartışılma biçimlerine damgasına vuracak olan da bu kendi kaderini tayin hakkı ilkesiydi. Dikkat edilirse, resmi tez kendi kaderini tayin hakkı ilkesini reddetmiyor; Kürtlerin bu hakka sahip bir ulus teşkil etmedikleri tezini ileri sürüyordu. Arapça, Farsça, Türkçe karışığı bir dil olarak Kürtçe, karttan kurttan Kürt olmuşlar gibi tezler…

Sovyetler'in çöküşüyle birlikte dünyanın içine girdiği büyük değişim dönüşüm döneminde ise kelimenin sahih anlamıyla ‘düşmanlık hukuku’ da ortadan kalktı. Artık dünyanın dört bir yanında ‘terörle mücadele’ söz konusuydu. Yani bu defa düşman, hukuksal alanın külliyen dışına atılıyordu. O mutlak yok edilmesi gerekendi, sözcüğün klasik anlamıyla bir düşman değil, bir terörist idi. Hukuksal statünün bu iptali, öyle incelikle düşünülmüştü ki Birleşik Devletler, ‘terörle mücadelesi’ içinde sağ yakaladığı kimseleri Guantanamo Üssü'nde hapsediyordu. Çünkü Birleşik Devletler'in temel hukuksal mekanizmaları teritoryal niteliklidir ve Birleşik Devlet topraklarında tutuklu bulunan bir kişi, salt o topraklarda olduğu için bile asgari düzeyde de olsa birtakım haklara sahiptir. İşte bunu bile kesintiye uğratmak için Guantanamo Üssü… Çünkü bu üs Küba topraklarında olmasına karşın, 1903’te ABD ile Küba arasındaki bir anlaşma sonucu ‘kiralık’ olarak ABD’ye bırakılmış bir adada bulunuyor. Ada üzerindeki ABD tasarrufunun ortadan kalkması ise bir şarta bağlanmış: Küba ile ABD yönetimlerinin eş zamanlı olarak ‘kiralama sözleşmesini’ feshetmeleri. Bütün tasarrufu ABD’de olan, fakat sözcüğün hukuksal-siyasal anlamıyla ABD’nin egemenlik sahasında bulunmayan bir ada… Bu adada tutulanlar her türlü insani haktan da yoksun tutuluyorlar.

Türk devleti de küresel ölçekli bu terörle mücadele söyleminin gazını arkasına aldı elbette. Savaşı küresel bir ‘terörle mücadele’ mantığının içerisine yerleştirdi. ‘Terörle mücadele’ savaşın istisnasıdır; her türlü savaş hukukunu askıya alan bir istisna paradigması işlerliktedir terörle mücadelede. Bu nedenle normal durumlarda bile değil, normal savaşlarda dahi alçakça, sapkınca kabul edilecek pek çok eylem ve edim kendisine açığa çıkabileceği, son derece normal bir şeymiş gibi açığa çıkabileceği bir uzam bulur. Terörist insan-olmayan bir varlık olarak kodlanmıştır ve bu nedenle de kendisine her şey yapılabilir. Savaş hukukunun iptali insan oluşun da iptali anlamına gelir ve ‘Terörist kimdir?” sorusunu saçma kılan da budur. Terörist bir ‘kim’likle değil, bir ‘ne’likle damgalanmıştır bu söylem tarafından. O halde doğru soru “Terörist nedir?” sorusu olmak durumundadır.

‘Ne’lik ile ‘kim’lik arasındaki bu karışıklık nedeniyle tuhaf ve paradoksal söylemler de devreye girebiliyor sıklıkla. Şu anda benim aklıma gelen iki örnek var. İlki Tekel direnişinden… Polislerden dayak yemekte olan bir Tekel işçisinin çadıra koşması ve elinde Türk bayrağıyla çıkarak bir ‘terörist’ olmadığını haykırması… Diğeri ise Cerattepe direnişinden: Polis saldırıları karşısında sürekli olarak terörist olmadığını dile getiriyordu pek çok insan. Son derece haklı eylemlerinde bile kendilerini haklılıkları üzerinden değil, ne olmadıkları üzerinden ortaya koyan insanlar anlamına geliyor bu. Egemen iktidar açısından bir taşla iki kuş vurmaktır bu: Hem düşmanı hukuksal statüden mahrum bırakmak hem de bütün yurttaşları potansiyel teröristlere dönüştürerek haklılıklarının pozitif içerikle donanmasının önüne geçmek. Her iki durumda da aklımdan geçen tek bir fikir bulunuyordu: Orada her şey mümkünse her yerde her şey mümkündür.