YAZARLAR

Gerçek seçim, fason demokrasi

Erdoğan dönemi bir marka yaratamadı. Fason üretimle yetindi. Özgürlük olmadan, çok seslilik olmadan, dayanışma olmadan, toplumsal örgütlülük olmadan, hukuk olmadan, meclis olmadan, saydamlık olmadan, hesap verebilirlik olmadan, erkler arasında denge olmadan, yönetenle yönetilen arasındaki uzaklık kısalmadan gelip gelebileceğimiz yer belliydi.

Hani büyük Metin Oktay’ın öldüğü gece Ziya Bar’da gitarist Tarık Öcal’a Nazım Hikmet’ten ezbere bir şiir okuyup "işte bu şiiri bilmeyen ne top oynar, ne gitar çalar, işin özü bu kardeşim" demesi* vardır. Şimdi seçime ya da “tamam mı, devam mı” referandumuna demeli, tam bir hafta kala işin (t)özünü düşünelim. Söylenecek ne varsa söylendi, tahminler yapıldı zaten. Kendi aramızda soyunma odası konuşmaları yapmanın pek anlamı yok.

On altı yıl önceden başlarsak “taç giyen baş akıllanır” durağından çıktığımız yolculukta, “bal tutan parmağını yalar” durağında indik. Geçen gün katıldığım Medyascope TV açık oturumunda değerli katılımcılardan Ayşe Çavdar “o AKP yok”, Kemal Can “merkez sağ yok” deyince, ben de AKP iktidara geldiğinde doğan çocukların neredeyse oy verme çağına geldiklerini anımsatmış “ne kaldı ki” demeye getirmiştim.

Saygıdeğer Bekir Ağırdır’ın kendininkiler dahil artık bu aşamada, hiçbir kamuoyu yoklamasına güvenmeme uyarısına kulak verelim. Gündemi bu denli yoğun, değişken ve çok boyutlu bir ülkede, seçmen kitlesi bu denli geniş ve o denli hızla genişlerken seçime bir hafta kala ne, nasıl doğru ölçülebilir? Bir yandan bakarsanız, yüzde kırk ne, yüzde otuzla bile seçim kazanan lider/parti oturmuş demokrasilerde başı dik yürür. Buradaysa çoğunlukçuluğun, çoğulculuğu boğazlamasına yüzde elli bir de yetmiyor. Derdimiz başka çünkü.

Bahadır Boysal - LeMan Dergisi’nin izniyle kullanılmıştır.

Bu öykü ne 1923’te, ne 1950’de, ne 1980’de, haşa ne 2002’de başlamadı. İster işi Kayzer-i Rum II. Mehmet’e götürün. İster daha yakına Fuat ve Ali paşalar ve benzerlerine getirin. İster Abdülhamit kimdi ve ardından ne geldi bakın. İster o kısacık 1908-13 beş yıllık yediveren dönemi okuyun. Cumhuriyeti kuranlar kimdi inceleyin. Ve tabii Atatürk’ün kurtarıcı ve kurucu vizyonunu yeniden öğrenin. Ha “öğrenmem, niyetim yok” derseniz usta çizer Bahadır Boysal’ın yukarıdaki tablosu sizi anlatır. En hafifinden, gülünç olursunuz.

ArtıTV’de her çarşamba yaptığımız “Dünya Ve Biz” programında, bizim, bize anlatılageldiği gibi bize özgü olmadığı önermesinden yola çıkmıştık. Rusya’daki 1917 devriminden sonra 1920’ler Avrupa’sına şöyle bir göz gezdirin. İspanya’da Primo di Rivera, İtalya’da Mussolini, Almanya’da önce Kapp sonra Hitler, Polonya’da Pilsudzki’nin toplumsal fokurdanmaları nasıl hükümet darbelerine çevirdiklerine denk geleceksiniz**. Sonra yaklaşın, 15 Temmuz’a ardından 20 Temmuz’a bir daha bakın. Yirminci yüzyıl tarihimizdeki siyasi kişilikleri, şimdiki yöneticilerle yan yana koyun. Sırıtıyor değil mi?

Farkındaysanız, çoğulculuğu biz aramadan, o geldi bizi buldu. Laikçi İnce, Kürt siyasi hareketinden Demirtaş, mukaddesatçı Karamollaoğlu, milliyetçi Akşener iyi-kötü ortak bir demokrasi, gelecek hayalinde buluşabildi. Erdoğan, temsil ettiği çizginin damıtılmış halinin seçmen karşılığı taş çatlasa yüzde beş olacakken, onu brüt halde yüzde kırk hallere getirebilmişti. Ancak toplum mühendisliği dün de işlemedi, bugünün dünyasında işleme olasılığı ise sıfır. Son kullanma tarihi çoktan geçmiş.

Zira Erdoğan dönemi bir marka yaratamadı. Fason üretimle yetindi. Özgürlük olmadan, çok seslilik olmadan, dayanışma olmadan, toplumsal örgütlülük olmadan, hukuk olmadan, meclis olmadan, saydamlık olmadan, hesap verebilirlik olmadan, erkler arasında denge olmadan, yönetenle yönetilen arasındaki uzaklık kısalmadan gelip gelebileceğimiz yer belliydi. Buradan öteye yol yok. Hikaye bitti. Hikayenin son bölümünde de beklenmedik dönemeçler, zikzaklar olabilir ama bitti.

Sözün özü bu ülkenin, bizim ülkemizin iki sınıflı bir toplumu yok. “Payitaht Abdülhamit” izleyerek öğrenilecek, anlaşılacak banallikte bir tarihi de. Kaleidoskop gibi elinizde çevirin, tarihinin de toplumunun da her yerinden ayrı renkte sayısız renkte ışık huzmeleri çıkar. Kim kazanırsa kazansın, ya aklın yolu izlenir, epey düşer kalkar ama düze çıkarız. Ya hep birlikte batarız. Hep birlikte batmanın da belki insancıllaşarak hayrını görürüz***. Yoksa hepimizin bir kalıba dökülemeyeceği artık anlaşılmıştır sanırım.

Ne laik cumhuriyetimizden vazgeçeriz. Ne karma okullarımızdan. Ne bilimden. Ne hayat tarzımızdan. Ne yüzü Batı'ya dönük tarihimizden. Ne yan yana değil, iç içe yaşamaktan. Ne anayasal yurttaşlık, eşitlik, temel hak ve hürriyetler, ifade özgürlüğü, hukuk ve adalet taleplerimizden. Ne yazmaktan vazgeçeriz, ne söylemekten. Biz burada konuk değil, ev sahibiyiz. Bizi dikkate almadan bu ülke yönetilemez.

Koltuklarımızı dikleştirelim, emniyet kemerlerimizi bağlayalım. Sonuç ne olursa olsun, gelecek pazar günü oy kullanıp, ayrılmayacağımız okul bahçelerinden başlayarak yeni bir yolculuğa çıkıyoruz. Pruvamız neta, rüzgarımız kolayına olsun.

*Tarık Öcal, Cumhuriyet, 14.12.1991, “Hani arayacaktın Metin Abi?”

**Curzio Malaparte, “Darbe-i Hükümet Sanatı”, (ilk baskı Fransa 1931), http://www.muharrembalci.com/kitaplika/7.pdf

*** https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2018/05/27/biraz-da-kalkinmasak/


Aydın Selcen Kimdir?

1969 İstanbul doğumlu ve Saint Joseph Lisesi ile Marmara Üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur. 1992-2013 arasında Dışişleri Bakanlığı'nda meslek memuru olarak çeşitli görevlerde bulundu. Son olarak 2010-13 tarihleri arasında Erbil Başkonsolosluğu görevinde bulundu. Merkeze döndüğü gün "memuriyetten istifa etti." Genel Energy petrol şirketinde bir buçuk yıl siyasi danışmanlık yaptı. 2015'den beri bağımsız olarak özellikle Irak ve Suriye konularında yazıyor. Galatasaray kongre üyesidir. Alaz adında bir kızı var.