Hayal kırıklığı, azim, haysiyet
Yaklaşık yarısı sahiden çoğulcu demokrasi ve adalet istiyorsa bir toplum otokrasiye uzun süre mahkûm edilemez. Ama tabiî kimse gelip onu oradan kurtarmaz; kendini kurtaracak mecburen. Haysiyet icabı.
Eğer “malzemeden çalıyorsun” demezseniz, seçimden önceki son yazımdan bir parçayı hatırlatarak başlamak isterim:
“…hiç beklenmedik bir anda, ülkenin ite kaka sokulduğu otokrasi yolundan, üstelik bu defa daha sahici bir parlamenter demokrasiye dönüş imkânı, iradesi doğdu. Soru şu: Diyelim seçim kaybedildi; bu imkân ve irade ortadan kalkmış mı sayılacak? Niye? Nasıl? Ya da kazanıldı. Otokrasiciler eyvallah deyip, bizden aparttıkları servetleriyle ondan bundan aparttıkları mülklerine mi çekilecekler? Hayır. Siyasî mücadele sürecek. Seçim sonucu ne olursa olsun, şu anda oluşmuş bulunan, parlamenter rejim ve kuvvetler ayrılığını yeniden kurma iradesi, Türkiye Cumhuriyeti siyasî tarihinde yakalanmış en ciddî demokrasi imkânıdır. Seçimin bu imkânı değerlendirmeyi sağlayacak bir sonuç vermesini elbette umuyorum. Ama bu sefer vermezse de, hemen toparlanıp en yakın zamanda yeniden demokrasi atağına kalkılması gerektiğini akıldan çıkarmamak lazım. Harekete geçmiş olan potansiyel, kolay durdurulabilir cinsten değil; buna güvenmeli!”
1970'LERLE SONRASININ FARKI
Başına ne gelirse gelsin hedeflerinin meşruiyetine, mücadele azmine güvenmek, Türkiye’de esas olarak yalnız Kürtlerin ve bir kısmı yaşını başını almış bir avuç solcunun bildiği bir insan davranışı. Gezi İsyanı’nda parlayan, çeşitli vesilelerle kendini gösterdiğinde ışıltısıyla göz kamaştıran, umut vaat eden, son olarak, Muharrem İnce’nin yapısal ataletle mâlûl CHP çevresinde bile muazzam bir dinamizm yaratmasıyla yeniden ortalığı aydınlatan modern büyükşehirli muhalif enerji ise, maalesef, herhangi bir uzun vadeli siyasî mücadelenin ön koşulu olan bu özellikten yoksun görünüyor. Yoksunluğu, ilk olarak gençliğinden, ikinci olarak, artık genç sayılmayacak kısmının gençliğini 12 Eylül ertesi koşullarında veya 1990’larda geçirmiş olmasından kaynaklanıyor sanırım. '80'’lerde böyle kavram ve duygular -'70'lerdeki gibi- havada uçuşmuyordu, doğal olarak solunmaları imkânsızdı; sonrasında “ora”da, yani “Güneydoğu”da “düşük yoğunluklu savaş” vardı, batıdakilerin yüzünü oraya çevirmek mümkün olmamıştı.
İşçilerden değil, harekete geçtiği zaman çok daha kısa sürede çok daha görünür olabilen, sözü ve eylemi daha yüksek kurdan işlem gören orta sınıflardan söz ettiğimizi hatırlatarak devam edeyim - çünkü son seçim öncesinde ortaya çıkan, bir değişim potansiyelinin vücut bulması saydığımız kesim bu: Batıdaki büyükşehir ahalisinin birtakım asgarî hakları için mücadeleye girmek zorunda olduğunu idrak etmesi görece yeni bir olgu. Erdoğan+AKP iktidarının, geleneksel hassasiyetleri kaşıyarak toplumu kutuplaştırmaya dayalı iktidar pratiğine mecburî tepkiyle gelişti bu. İkinci etken, 7 Haziran 2015 seçimleri sürecinde Selahattin Demirtaş’ın pratiğidir. Demirtaş büyükşehir ahalisine öyle yerlerden öyle tonlarda seslendi ki, kulak kabartmamaları imkânsız hale geldi. Elbette yalnız Demirtaş değil. Söylemiyle, sloganlarıyla, görüntüsü ve “müziği” ile HDP’nin genel olarak sunduğu, en azından göz atmaya, kulak kabartmaya câzip bir davetti. Başarısı, varsayılmak, hesaba katılmak oldu. Bugün devletin ve faşistlerin dört koldan kesmeye, parçalamaya, imha etmeye çalıştığı, pek yeni sayılması gereken bu bağlantıdır. Kürtlerin askerle çatışan teröristten ibaret olmadığının idrak edilişi, hattâ Kürtlerin Kürt olduğunun yüksek sesle kabul edilişi de yeni sayılacak olgular.
Muharrem İnce’nin hapisteki Selahattin Demirtaş’a, Türkiye’deki siyasî partilerden birinin lideri ve cumhurbaşkanı adaylarından herhangi biri -siyaset diplomasisi bakımından böyle ifade edebiliriz- muamelesi yapması bu sürece önemli bir katkıydı.
İKİ HAYAL KIRIKLIĞI
Muhalif büyükşehir ahalisine döneyim. Seçim gecesi bu kitle, haklı olarak, iki büyük hayal kırıklığı yaşadı. İlki seçim sonucundan, ikincisi İnce’nin anlaşılmaz, CHP yönetiminin sinir bozucu tavırlarından ötürü. Demokrasi isteyen insanlar olarak, cumhurbaşkanı seçiminin en azından ikinci tura kalmasını ve parlamento çoğunluğunu muhalefetin almasını umuyorduk. Üstelik, olacak gibiydi. Olmadı. Üzülmemizden, hayal kırıklığı yaşamamızdan, birkaç günlüğüne hayata kahretmemizden daha tabiî ne olabilir?
Ancak, şu anda bana kızmakta olan muhterem büyükşehir ahalisi, kabul ediniz ki, “hayatım” dediği şeyin kendince olmazsa olmazlarına sahiden “hayatî” önem atfediyorsa, gönlünce yaşayamamayı onursuzluk sayıyorsa, “hayatım”ın steril bir kuytuda tek başına var olmadığını biliyorsa, “hayat” derken kendi dışındakileri, haksızlığa uğrayanları, yoksulları yoksunları hesaba katıyorsa, yeryüzünde adalet için uğraşmanın insanî bir gereklilik olduğunu düşünüyorsa, etrafta hüküm süren adaletsizliğe dair o kötü his bireysel mutluluğuna engel oluyorsa, kısaca haysiyetiyle yaşamak istiyorsa, insan ne olursa olsun silkinip mücadeleye devam etmelidir. Dahası, doğal olarak devam eder ve bunu herhangi bir başarı garantisi aramadan yapar. Çünkü doğal olarak yapar.
Ve, insanın kendi eylemine önem ve değer atfetmesi elbette kaçınılmaz ve çok güzel, ama siyasî-toplumsal mücadelede herhangi bir girişimimizden hemen sonuç bekleyemeyiz ki! Bu toplumun yarısından biraz fazlası, artık iyice biliyoruz ki, devletin keyfince insan öldürmesiyle, yargı-hukuk kurumunun paramparça edilişiyle, haksız-adaletsiz yere hapse atılanlarla, Kürt köylerinde estirilen terörle, meşhur “millî irade”nin cisimleştiği yer olan Meclis’in şahsiyeti ve kaderiyle ilgilenmiyor. 'Vuralım-kıralım-öldürelim'ci faşistlerle aynı safta olmak büyük çoğunluğu rahatsız etmiyor. Din adına her türlü düzenbazlığın yapılması da öyle. Ve biz bu ülkede bu toplum değişsin, çoğulcu, demokratik bir hayatı tercih etsin istiyorsak, bugüne kadar bu arzuyu duymamış, böyle bir geleceğin ferahlatıcı havasını şimdiden içine çekemeyen birilerine daha ulaşmak zorundayız. Çünkü bizim istediğimiz toplum hayatı, çoğunluk iradesi ve katılımı olmaksızın imkânsız. Dolayısıyla, çok zorlu bir uğraş, önümüzdeki.
KAZANIM
Şimdi dönüp somut vaziyete bir de öbür açıdan bakalım: İki ay öncesine kadar hüküm süren rejim, şimdi yasallaşacak olandan fiilen farksızdı. Evet, tek-adama kâdiri mutlaklık veren yasal zemin yoktu, ama zaten herhangi bir yasallık zemini de kalmamıştı. Hukuk kurum olarak imha edilmiş, parlamento işlevsiz kılınmıştı, yönetime ilişkin önemli kararlar hangi odasında kimin çalıştığını ve ne yaptığını bilmediğimiz bir sarayda, bilmediğimiz kimseler tarafından alınıyordu. “Gerek görüldüğünde” eli sopalı, hattâ silahlı faşist çeteler sokağa salınıyordu. Ve bunların karşısında sözü edilmeye değer muhalefet yoktu, insanlar protesto veya muhalif herhangi bir eylem için sokaklara, meydanlara çıkmayalı uzun zaman geçmişti.
Şu anda, seçimden sonra vaziyet nedir? Yukarıda saydıklarımın hepsi geçerli. Biri hariç: Toparlanmaya başlamış, iki ay gibi bir sürede neredeyse sonuç alabilecek kıvama gelmiş bir muhalefet var. Türkiye’de ataletin en yerleşik ve güçlü müessesesi CHP beklenmedik bir atakla, CHP’li olmayanın da dikkat ve ilgisini çeken bir lideri sahneye çıkardı. Özellikle onun performansı ve çabasıyla, aralarında pekâlâ sabah akşam birbirlerini yemelerini gerektirecek farklar bulunan siyasî partiler, otokrasinin hükmedemediği bir alanı geçici olarak oluşturabildiler. “Kürt partisi”ni dışlamamanın en azından ihtimal olarak varsayıldığı -e, bizim buradaki demokratiklik de şimdilik bu kadar!- bir zemin meydana geldi. Kısaca, hukuk devleti ve kuvvetler ayrılığı ilkeleri, parlamenter demokrasi hedefiyle sürdürülebilecek bir toplu hareket doğdu.
Böyle bir siyasî varlığa kan-can verecek olan, hepsi başka toplumsal-kültürel baskı ve kısıtlamalara göre hareket alanlarını sınırlandırmayı politika sanan siyasetçiler değildir. Kitlelerdir. Sabahın beşinde kalkıp sandık başına koşan, daha dünün apolitiği insanlar, gece karanlığında faşist grupların saldırılarına, polisin tehditlerine baskılarına -ve kendilerini oraya çağıranların son derece süflî bir tavırla, bu fedakârlığın mânâsız olduğunu ilan etmelerine- rağmen oy çuvallarının başında bekleyenlerdir. Değişim umuduna kapıldıklarında muazzam bir enerji toplamı oluşturan, fedakârlıklar yapan (kendi odasını topladığı pek şüpheli gençler iki hafta boyunca Taksim Meydanı’nı silip süpürmüşlerdi), fakat başarısızlıkta çabucak hayal kırıklığına uğrayıp küsenlerdir.
Oysa oy sandıkları taşındığı için sekiz-on kilometre yol yürüyen Hakkârililerin gözünde bu tür bir hayal kırıklığı “lüks madde” sınıfına giriyor. Dün birileri Diyarbakırlılara kızıyordu, niye seviniyorsunuz, kutlama yapıyorsunuz, diye. HDP’nin şu koşullarda aslında ne muazzam iş başardığını anlamayanlar…
Nâçizâne, bence hemen morali bozulan ve boşa kürek çektiği hissine kapılan büyükşehir ahalisi öncelikle kendine haksızlık ediyor, becerdiği şeyi göremiyor. Başarmak için, tam da şu yaptığını yapmayı sürdürmesi gerekiyor oysa! Elbette başka yollar arayarak, başka sözlerle, başka faaliyetlerle takviye ederek. Ama ısrar ederek: “Burası benim de memleketim, benim de senin kadar söz hakkım var!” diyerek.
Unutmayalım: Yaklaşık yarısı sahiden çoğulcu demokrasi ve adalet istiyorsa bir toplum otokrasiye uzun süre mahkûm edilemez. Ama tabiî kimse gelip onu oradan kurtarmaz; kendini kurtaracak mecburen. Haysiyet icabı. Çünkü şu var: Karınca çok uzak yola çıkmış. Varamazsın oraya, demişler, şöyle cevap vermiş: “En azından o yolda öldü desinler.”
“Yol” siyasî mücadelede çoğu zaman, hele hedef demokrasiyse, bizzat hedefin kendisidir.
(NOT: Seçim öncesi son yazımı okumadıysanız bu yazıyla birlikte onu da dikkate almanızı rica ederim.)