YAZARLAR

Bilmiyorum ya siz?

O kalbe nüfuz etme umudu değil mi ısrarla yazdıran bana. Varlığım kabahate dönüşmüşken hayatın hakkını vermeyi dayatan. Bak yine idam cezası nidaları, Alperenlere teşekkürler, gazetecileri hedef gösteren ilanlar kaplamış ortalığı. MHP ve İYİ Parti bölünmemiş, klonlanıp çifte kavrulmuş. Umut ve umutsuzluk lüks kelimeler, yaşıyorsam böyle devam edeceğim işte. Başka türlüsünü bilmiyorum.

Seçim sonrası yazıları somut sonuçlar üzerinden ayağı sağlam yere basan değerlendirmeler gerektirir. Yani, olağan koşullarda öyledir. Zemin ve anlam kayması yaşayanlar için nicedir hayat normal diye yutturulmaya çalışılan bir olağanüstülük ve akla ziyanlıktan ibaret olduğundan benimki polen gibi salınan anlamamalar ve bilememeler üzerinden ilerleyecek. İçinde bir miktar da turist affallığı barındıracak. Ön uyarı olsun.

Bütün gece Anadolu Ajansı’nın sağladığı verilerin güvenilmezliği muhabbeti edilip muhalif, işler tek bir alternatif sistem oluşturulmamasını, ardından da bu verilere "eyvallah" denilen noktaya gelinmesini anlayamıyorum. Yürek ağızda HDP’nin barajı geçmesini beklerken, CHPli sözcüler tarafından saat farkıyla kesin olarak ikinci tura kalındığı noktasından YSK ve parti içi veriler arasında “anlamlı” bir fark olmadığı noktasına nasıl gelindiğini, bunca manipülasyondan şikâyet edip yanıltıcılığın Allah'ı olan bu tutum sonrası kimsenin sorumluluk almamasını nereye oturtmak gerek, onu da bilemiyorum.

Gecenin tuhaflıklar starı Muharrem İnce’nin saatler boyu diğer muhalefet liderleriyle birlikte sırra kadem basışını ve ertesi günün öğlen yaptığı basın açıklamasını da bir yere oturtamıyorum. Hoş, belki her şey ayakta kalmak istiyordur. O da mümkün.

ANLAMLI FARKLILIK

"Bu seçim ilan edilme biçiminden, sonuçların açıklanmasına kadar her şeyiyle adaletsiz bir seçim olmuştur” şeklindeki her zerremle katıldığım cümlenin devamı “Görevlilerimizin bize ulaştırdıkları tutanaklarda, YSK’nın açıkladığı oranlar ve rakamlar arasında anlamlı bir farklılık yoktur. Olan farklılıklar toplam sonucu değiştirecek nitelikte değildir. Dolayısıyla seçim sonuçlarını kabul ediyorum. Türkiye parlamenter sistemle bağlarını koparmıştır. Biz durum ne olursa olsun mücadele etmeye devam edeceğiz" şeklinde geldi.

Şu anlamlı farklılık tıpkı toplumsal hassasiyet gibi tüylerimi diken diken etse de, şükür “seçimin kaybedeni, kazananı” geyiklerinden sonra esas meseleyi ortaya koydu İnce. Evet, bu arada zaten fiilen ortadan kalkmış olan parlamenter sistem, resmen de sona erdi. Belki bir ara konuşulmaya değer bulunur, ne zaman bilmiyorum.

Hata kabul eden insan, hele de siyasetçi, pek sık rastlanır bir durum olmadığından İnce’nin kucaklayıcı, dürüst söylemi mitinglerden bu yana hakkıyla vaha etkisi yarattı. Aynı üslupla seçim gecesi gazeteci İsmail Küçükkaya’ya attığı “Adam kazandı” mesajı üzerine şunları söyledi İnce: "Hatam oldu, kabul edeyim. İsmail Küçükkaya'ya arkadaşça mesaj attım, haber yapacağını düşünmedim. Bir tweet ile öğrenilmemeliydi. Demek ki gazetecilerle dost olurken dikkatli olmak gerekiyormuş. Hata benim. Çıkacaktım medyanın karşısına, hatta YSK'nın önüne gittim. Tweet ile öğrenilmesi şık olmadı, o konuda bir hatamız oldu. Dün akşam sonuçların kesinleşmesini bekledim, bunu görmeden çıkmak istemedim."

FOX TV ekranında canlı yayında olan bir gazetecinin böyle bir mesajı duyurmayacağını düşünmek nasıl iştir onu da bilemiyorum. Hoş, şimdi naif kaçacak ama dostluk meslekle ölçülmez. Buradaki siyasetçi-gazeteci temasıdır ve öncesiyle hele de sonrasıyla durumu idare etmek siyasetçinin mesleki sorumluluğudur. Basın açıklamasının geri kalan bölümü, CHP'nin 41 yıl sonra yüzde 30 barajını geçtiğini vurgulayan İnce’nin, genel başkanlığa oynayacağı mesajıyla geçti ki Kılıçdaroğlu’nun yanıtı üzerinden orada daha sular çok kaynar. Neler olur, elbette ki bilemiyorum.

KUTLAMA MESELESİ

"Elimizde sonuçlar varsa, bunu kabul etmemek mümkün değil ki. Bu demokrasiye, milletin iradesine saygısızlık. Kaybettiğinizde kutlayamıyorsanız o yarışa girmeyeceksiniz" diyen İnce, her ne hikmetse aynı kutlamayı cezaevinden kampanya yürüten ve bu şartlarda üçüncü sıraya yerleşen Cumhurbaşkanlığı adayı Selahattin Demirtaş’a sunamadı. Bilakis, soru üzerine "CHP’nin hiçbir zaman Selahattin Demirtaş'ın özgür olmasına yönelik bir söylemi olmadı, en azından ben böyle bir şey duymadım” diyerek kendi cezaevi ziyareti ve adil yarış taleplerini de yuvarladı. Çalınmış olabilecek oy oranı konusuna hiç girmeyeyim isterseniz, zira “Oy çalmışlar mıdır? Çalmışlardır. 10 milyon çalmışlar mıdır? Hayır” şeklindeki söylemle burada da yine anlamlı farklılık bariyerine tosluyoruz.

Nihayetinde Erdoğan’ın kâh ertelenip kâh yapılacağı açıklanan balkon konuşması ile "ha konuştu, ha konuşacak" diye beklenen İnce’nin o bir türlü gelmeyen açıklaması arasında harman dalı şeklinde salındı gece. Bütün o çelişik açıklamalar, derin boşluklar beni 15 Temmuz darbe girişimi gecesi ve sonrasının belirsizliğine ışınlamak dışında bir işe yaramadı. Halen de aynı hissiyatım. Seçmen olarak aklımın ve kalbimin her zerresiyle oyumu verdiğim Selahattin Demirtaş, yine cezaevinden açıklama ve değerlendirmeleri ile karşımıza çıkandı. Bunun dışında ne olup ne bitti o gece, hiçbir şey bilmiyorum.

KINALI GECE

Şimdi işin biraz kişisel boyutuna geleyim çünkü o kısım da aslında büyük büyük cümleler kuramayışımın bir parçası.

Son olarak referandum günü sonuçları televizyondan izlerken bir noktada başıma yazma geçirip evde meyve dışında bulduğum her şeyi kızartmaya girişmiştim. Bu kez de kına yakayım dedim. Kışın Berlin’de bir arkadaşıma sarılınca taze taze sürdüğü kınanın kokusunu çekmiştim içime. Malûm, bütün duyular içinde belleği koku gibi tetikleyeni bulunmaz. O kokuyu alınca şimdiki hayatıma yüzyıllarca uzakmış gibi gelen yıllarda hep kınalı saçlarla dolaşmış olduğumu hatırlamıştım. Olmuş olduğum kendimi yani.

Amma ve lakin kınayı, ceviz kabuklarını, çayı alıp o torbayı hayatın bir yerlerinde unuttum yine. Çünkü aradaki aylar da baskınlı, acılı, öfkeli, korkulu OHAL günleri ve geceleri şeklinde tezahür etti. Kendime dediklerim de aklımda. “Kafam kazan olmuşken, onca ağırlığı nasıl taşırım ben. Bir kınam eksik.”

Derken işte atan şalter mi dersiniz, kopan ince tel mi dersiniz, ayağa fırlayıp gecenin bir yarısı o kınayı yaktım. Kafamdaki çöp poşetiyle bu postmodern seçim gecesine çok uygun olduğuma kanaat getirip nihayetinde kınanın kokusuyla yeni bir güne daha uyandım.

Ahmet Telli’nin peşimi hiç bırakmayan şiiri yine mıh gibi geldi. Yetmiş iki gündür bir dolapta kilitli olan insanın, işkenceye karşı varlığını, onurunu koruma mücadelesinin şiiri. Siz de her gün okuyun her bir bölümünü. Ben sadece sonunu alıyorum:

Suyum, bir litrelik karton süt kutusu içinde. Yetmiş iki gündür

sakındığım ve her gün ancak bir kere dudaklarımı

değdirdiğim... Dilimi bir köpek gibi değdirdiğim. (Dilin suya

dokunuşu... Bir süngerin denizi yutuşu yani. Bir çölün seraba

kesilmesi bir an için.) Her gün ancak bir kere değdiriyorum

dudaklarımı suya. Dilimi kaçırıyorum artık. Sünger, bütün

vantuzlarını birden uzatmasın diye... Bataklıktaki suyun da bir

su yanı vardır. Çürüyen bir bedenin bile dayanılabilir

kokusuna. Kutuda kalan son bir yudum su, bu bile değildi

artık. Küstü, öldürdü kendini su...

Su çürüdü...

Adımdan gayrısını bilmiyorum.

Kınanın kokusundan kaybettiğin bir kendini anımsama gayreti bu şiirin içine karıştı işte. Şimdi diyeceksiniz ki, seçim bunun neresinde. Ya da demeyeceksiniz belki. O kalbe nüfuz etme umudu değil mi ısrarla yazdıran bana. Varlığım kabahate dönüşmüşken hayatın hakkını vermeyi dayatan.

Bak yine idam cezası nidaları, Alperenlere teşekkürler, gazetecileri hedef gösteren ilanlar kaplamış ortalığı. MHP ve İYİ Parti bölünmemiş, klonlanıp çifte kavrulmuş. Umut ve umutsuzluk lüks kelimeler, yaşıyorsam böyle devam edeceğim işte. Başka türlüsünü bilmiyorum.

Velhasıl, şair haklı, adımdan gayrısını bilmiyorum.

Ha bir de saçlarım kınalı. O da kesin bilgi. Gerisi Allah kerim.


Karin Karakaşlı Kimdir?

1972’de İstanbul’da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Mütercim Tercümanlık Bölümü’nün ardından Yeditepe Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü’nde Yüksek Lisans eğitimini tamamladı. 1998’de öykü dalında Varlık dergisinin Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülü’nü kazandı. Karakaşlı’nın eserleri şunlardır: Başka Dillerin Şarkısı (Öykü, Varlık Yay., 1999; Doğan Kitap, 2011) , Can Kırıkları (Öykü, Doğan Kitap, 2002), Müsait Bir Yerde İnebilir Miyim? (Roman, Doğan Kitap, 2005), Ay Denizle Buluşunca (Gençlik Romanı, Günışığı Kitaplığı, 2008), Cumba (Deneme, Doğan Kitap, 2009), Türkiye’de Ermeniler: Cemaat, Birey, Yurttaş (İnceleme, Günay Göksu Özdoğan, Füsun Üstel ve Ferhat Kentel ile, Bilgi Üniversitesi Yay., 2009), Benim Gönlüm Gümüş (Şiir, Aras Yayıncılık, 2009), Gece Güneşi (Çocuk Kitabı, Günışığı Kitaplığı, 2011), Her Kimsen Sana (Şiir, Aras Yayıncılık, 2012), Dört Kozalak (Gençlik Romanı, Günışığı Kitaplığı, 2014), Yetersiz Bakiye (Öykü, Can Yayınları, 2015), İrtifa Kaybı (Şiir, Aras Yayıncılık, 2016), Asiye Kabahat’ten Şarkılar Dinlediniz (Anlatı, Can Yayınları, 2016). Karakaşlı halen Kültür Servisi, Gazete Duvar siteleri ve Agos gazetesinde yazmaktadır.