Anayasal iktidar, anayasama iktidarı
Anayasal iktidarın içerisine çeşitli biçimlerde sızan, fakat dışarıda, geride durması gereken anayasama gücü ya da kurucu güç, bir zaman sonra ipleri bütünüyle eline alır. Bu da Devleti sürekli kurulan bir şey haline getirir. Bir türlü kurulamayan ama sürekli kurulmakta olan bir Devlet siyasal vasfını yitirir; hem amacını hem de aracını kendi içinde taşıyan bir salt zor ve şiddet aygıtına dönüşür.
Gerçekliğe her geçiş bir potansiyelin de yok oluşudur. Bir şeyin gerçekleşmesi, bir bakıma o şeyin gerçekleşmeden önce sahip olduğu bütün başka potansiyellerin de ölmesi anlamına gelir. Bir çamur topağından bir at heykeli yapılırsa, o topak artık potansiyel bir insan heykeli ya da potansiyel bir duvar sıvası vs. olmaktan çıkar; o artık bir at heykelidir. Bütün potansiyellerini tek bir erekte nihayete erdirmiştir. İşte siyasal alanda da çoğu zaman başımıza iş çıkaran karışıklıklar, felsefi düzeyde, potansiyel olan ile edimselleşmiş olan arasındaki ayrımların silinip düzlenmesinden kaynaklanıyor. Kurucu iktidar ya da anayasama iktidarı ile mevcut iktidar ya da anayasal iktidar arasındaki ayrım da gerçekte potansiyel olan ile edimselleşmiş olan arasındaki bir ayrımdır; fakat bu ikisi hep iç içe görünür. Neden?
Yanıt için Aristoteles’e başvuracağım. Aristoteles, Politika kitabında ilkin doğal yönetim türlerini siyasal yönetim türlerinden ayırır. Babanın aile üzerindeki yönetimiyle efendinin köle üzerindeki yönetimini doğal olana gönderim yaparak açıklar. Baba ile aile efradı ve efendi ile köle arasındaki bağlar, siyasal olmayan, zorunlu ve doğaca böyle olan bağlardır. Aristoteles, siyaseti doğal olmayan bir yerden kavrayacaktır. Böylelikle babalık ya da efendilik pozisyonlarını, doğal pozisyonlar biçiminde değerlendirerek siyaset etkinliğinden ayırır. Bunun ardından aile yönetimiyle büsbütün aynı olmasa da aile yönetiminden ayrılamayan “para işleri”ni (oikonomia) inceler. Geçimin temelini çalışma olarak değil de mülkiyet olarak gören Aristoteles, mülkiyet edinmenin bir türü olarak geçim sağlamayı doğaya uygun görür ve bunun, yönetim ekonomisinin bir parçası olduğunu söyler. Bu ayrım, bu tarz etkinliklerin –temel olarak da para kazanma etkinliğinin- doğal olanlarının ve olmayanlarının birbirinden ayrılması gerektiği düşüncesiyle yapılır. Ardından doğaya aykırı olmayan mülkiyet edinme türleriyle doğaya aykırı olan mülkiyet edinme türlerini birbirinden ayırır. Böylelikle siyaset doğal olmayan bir yerden kurulurken, para işlerinin doğal olana referansla değerlendirilmesiyle, servet elde etmek üzere siyaset yapmanın, siyaseti yeniden doğal olana teslim etmesi ihtimali belirir. Siyaseti doğal olandan büsbütün koparmaya çalışan Aristoteles, doğal olmayan bir şeyin “doğal amaçlar” doğrultusunda kullanılmasına temelden karşıdır. Bu nedenle para kazanmanın doğal biçimlerini överken, doğal olmayan biçimlerini eleştirir. Bunun ardından da ev ekonomisiyle ya da siyasal ekonomiyle uğraşan birinin birinci ödevinin para kazanmak ya da sahip olunan şeylere yenilerini eklemek olmadığını söyler ve “maddi neden” olarak adlandırdığı nedenin, siyaset bilimi alanında ne olduğunu bir karşılaştırmayla ortaya koyar: “Ev yönetimi para kazanmak zorunda olmamalıdır, nasıl ki siyaset biliminin de insanları yapması gerekmez – onlar, doğanın verdiği malzemedir, siyaset bilimi onları alır ve kullanır.”
Eğer kimi “parça”lar arasındaki bağıntı doğal olarak kurulmamışsa/kurulmuyorsa, bu bağıntıyı tesis edebilmek ve ona bir form verebilmek için siyasete gereksinim duyuluyorsa, bu parçaların birbirlerine karşı konumlarının ne olduğunun ortaya konulması gerekir. Bu parçalar arasındaki bağıntı doğal değil de siyasal bir bağıntıysa, doğal bağıntılarınsa hepsi asimetrinin doğal oluşu üzerinden tarif ediliyorsa, bu siyasal bağıntı simetrik muadilleri zorunlu kılar. Bir bağıntının tarafları, birbirleriyle asimetrik bir ilişki içerisinde değillerse, bu taraflar arasındaki bağıntı eşitlik bağıntısıdır. O halde siyasetin malzemesi de eşitlerdir. Bu eşitler doğaları gereği eşittirler. Aristoteles siyasal yönetimi bunlar üzerine temellendirir: “Doğuştan özgür ve eşit adamlar arasında uygulanan bir başka yönetim (egemenlik) türü vardır. Buna anayasal ya da siyasal yönetim diyoruz.”
Aristoteles siyasal olanı eşitlik bağıntısı üzerinden düşünür; çünkü efendinin köle üzerindeki ya da babanın oğlu üzerindeki yönetimi siyasal değil, doğaca bir yönetimdir. Yani efendi kölesine bir şey yaptırmak istiyorsa emreder ve yaptırır ya da baba oğluna bir şey yaptırmak istiyorsa emreder ve yaptırır. Oysa bu efendi bir başka efendiye bir şey yaptırmak istiyorsa onu ikna etmek zorundadır; çünkü eşitlerdir. İşte Aristoteles tam da bu ikna etmek zorunda olma durumuyla beliren ilişkiye siyasal diyecektir. Bu ilişki doğallayın verili bir ilişki değildir; her seferinde yeniden kurulur. Bu nedenle de eşitler arasındaki ilişki türlü potansiyellerle dolu bir ilişkiyken, eşit olmayanlar arasındaki ilişki her türlü potansiyelini mevcut durumun erek olduğu bir hal içerisinde çoktan tüketmiştir. O halde siyasal ilişki daima yeniden kurulan bir ilişkidir. Asla mutlak bir son biçime kavuşmaz. Mutlak bir son biçim kazanmışçasına sunulan her türlü siyasal iktidar formu, gerçekte siyasetin ve siyasal olanın iptali üzerine kuruludur; çünkü siyasal bir ilişki tek bir potansiyel uğruna başka bütün potansiyellerin öldürüldüğü bir ilişki değil, bütün potansiyellerini muhafaza eden bir ilişkidir. Eşitimi her seferinde yeniden ikna etmek zorundayımdır; eşitim de her seferinde beni yeniden ikna etmek zorundadır. Aristoteles’in deyimiyle anayasal ilişkidir bu. Bu ilişkinin ilkesi eşitliktir.
Anayasama iktidarı ya da kurucu iktidar ise mevcut siyasal bağlamın dışında durur. Anayasal iktidar yalnızca Devlet içinde var olurken Kurucu iktidar varlığını devlete borçlu değildir. Egemenliğin paradoksu da burada yatmaktadır. Walter Benjamin ‘kurucu şiddet’ ve ‘koruyucu şiddet’ ayrımıyla tam da bu paradoksu gözler önüne seriyordu. Bir kere anayasal durum oluştuktan sonra hep dışarıda tutulması, bunun için özel bir çaba geliştirilmesi gerektiğini söylediği kurucu şiddetin çeşitli yollardan (idam cezası, polis şiddeti vs.) mevcut durumun içine sızdığını, bunun da paradigmatik düzeyde bir olağanüstü hal durumu yarattığını belirtiyordu. Anayasal iktidar ile kurucu iktidarın bir daimi olağanüstü hal mantığı içerisinde üst üste bindiğini söylüyor bu argüman bizlere. “Kendisini tam da olmama kabiliyeti aracılığıyla edimsellik ile girdiği ilişki içerisinde sürdüren egemen yasak –istisnaya uygulanan ve bu uygulanışı da artık uygulanmamak anlamına gelen egemen yasak– potansiyelliğin yapısına tekabül eder” diye tarif ediyor Agamben bu paradoksu. Yani her koruyucu şiddet –özellikle de en yozlaşmış halini polis şiddetinde gördüğümüz haliyle– aslında bir yönüyle kurucu şiddettir. Kurucu şiddetin kurulu düzen addedilen şeyin içerisine sürekli sızması bu düzeni daimi bir askı durumunun, daimi bir istisna halinin içerisine sürükler.
Anayasal iktidarın içerisine çeşitli biçimlerde sızan, fakat dışarıda, geride durması gereken anayasama gücü ya da kurucu güç, bir zaman sonra ipleri bütünüyle eline alır. Bu da Devleti sürekli kurulan bir şey haline getirir. Bir türlü kurulamayan ama sürekli kurulmakta olan bir Devlet siyasal vasfını yitirir; hem amacını hem de aracını kendi içinde taşıyan bir salt zor ve şiddet aygıtına dönüşür.