Kendini kandırmak...
Değişimin belirtilerini doğru okumadım. Belirtilerin bir aydan kısa bir sürede bütün gidişatı bir anda tepetaklak edebilecek bir değiştirme arzusuna ait olmadığını içten içe biliyordum, tersine ikna ettim kendimi. Bir otokraside gücü bir kez eline geçirmiş olanın sistemin bütün araçlarını tepe tepe kullanırken basit bir seçimde, yalnızca oy vermekle gidebileceğine inanmayı seçtim. Bütün eğitimimi, bütün öngörülerimi, sezgilerimi çöpe atarak...
Seçimleri arkada bıraktık. Öyle görünüyor ki sonuçlar üzerine düşünmeye, tartışmaya daha uzun süre devam edeceğiz. Kimisi seçmen davranışını açıklamaya çalışan, kimisi sonuçların sosyolojik karşılığını anlamayı deneyen, kimisi rakamların dilini çözmeye çabalayan, kimisi oy verdiklerimizin başarıları/başarısızlıkları çerçevesinde siyasal yeterliliklerini sorgulayan, kimisi komplo teorileri üreten, seçim hilelerini sonuçlardan sezmeye çalışan pek çok analizle karşı karşıyayız. Bütün tartışmaların, polemiklerin kendilerinin de en az seçim sonuçları kadar değerlendirilmeye muhtaç olduğunu düşünüyorum. Böyle bir değerlendirmeyi önümüzdeki haftaki yazımda yapmayı deneyeceğim. Şimdi ise seçimlerin bana düşündürttüğü bir mesele üzerine yazmak istiyorum. Kendini kandırma pratikleri... Bunu bir özeleştiri olarak kaleme aldığımı, hiç kimseyi hedef almadığımı vurgulamak isterim.
Nisan ayı ortasında erken seçim kararı alındığında ilk düşüncem, bu seçimlerin yalnızca 16 Nisan referandumu sonuçlarını onaylamaktan öte bir anlamı olmayacağıydı. Muhalif kesimlerin bu parodi seçimlerin birer aktörü haline gelmeleriyle birlikte, yeni rejimin meşruiyet zeminin pekişeceğini düşünmüştüm. Tepkiliydim. Bilindik yordamlarla mücadelenin bir işe yaramayacağına da emindim. İktidarın el değiştirmesi durumunda bile yeni rejimle tek adama bunca yetkinin verilmesinin sonucunda pek çok meselenin çözümünün o tek adamla ona destek veren siyasi kadroların “iyi niyetine” kalacak olması hafife alınamayacak bir sorundu. İktidarın, gücün her kademede insanları nasıl değiştirdiğine tanık olmuştum. Pek çok kişi gibi ben de burada verilecek herhangi bir güvencenin, taahhüdün işe yararlığı konusunda kuşkuluydum. Ama işte kuşkuda ısrarcı olunamıyor. Hele de kuşkuyu ileri götürdüğümüzde elde kalan hiççi alternatif çok daha ürkütücü ise. Ben de kuşkularımı sürdürmeye hazır değildim. Bütün öğrendiklerime, bütün farkında olduğum ama kendime itiraf edemediklerime rağmen kuşkularımdan vazgeçtim. İkna olmayı seçtim. Umutlu olmakla umut edilemeyecek olanı beklemek arasındaki farkı kavramamayı seçtim bir başka deyişle...
O sıralarda erken seçim bile bir değişiklik vaadiydi. Her gün biraz daha ikna oldum seçimle bir değişiklik yaratabilme gücümüzün olduğuna. Her şey kötüydü elbette ama gücümüzün farkına varmalıydık. Umutla düş arasındaki ince sınırı aşmıştım. Artık seçim sonrasına dair değişim düşleri kurmaya başlamıştım. Her gün seçimlerle ilgili bulabildiğim her haber kırıntısına baktım. Her gün Muharrem İnce’nin, Kemal Kılıçdaroğlu’nun konuşmalarını dinledim. Her yerde aynı şeyi söyledikleri halde bıkmadım. Selahattin Demirtaş’ın “ketıl”ından gelen hiçbir mesajı kaçırmadım. Özellikle sandıklara sahip çıkılacağı vaadi muhalefetin nihayet uyandığı fikrine iyice ikna olmama neden oldu. Romantik değilimdir, öyle saf da sayılmam ama burada her zamanki gerçekçiliğimi terk etmek işime geldi. Bu saflık bana iyi geldi. Sanırım gerçek bazen öylesine acıtıcı ki insan düşlere sığınmadan edemiyor.
Kendimi kandırdım. Değişimin belirtilerini doğru okumadım. Belirtilerin bir aydan kısa bir sürede bütün gidişatı bir anda tepetaklak edebilecek bir değiştirme arzusuna ait olmadığını içten içe biliyordum, tersine ikna ettim kendimi. Bir otokraside gücü bir kez eline geçirmiş olanın sistemin bütün araçlarını tepe tepe kullanırken basit bir seçimde, yalnızca oy vermekle gidebileceğine inanmayı seçtim. Bütün eğitimimi, bütün öngörülerimi, sezgilerimi çöpe atarak... Oysa sistemin bütün araçlarının tam da bugünkü sonucu hazırlayabilecek biçimde kurgulanmış olduğu çok açıktı değil mi?
Seçimlere indirgenmiş politikanın, aslında politikayı nasıl da yok ettiğini Gazete Duvar’a da yazmıştım. Ama kendimle çeliştiğimi bile bile bu seçimlerden beklentilerimi büyüttüm. Kendimi kandırdım. Kendini kandırmak, kendini böylesine kandırabilmek giderek totaliterleşen rejimlerde yaşamaya çalışanların, ayakta kalmaya çalışanların biricik aracı değil mi? Ben de öyle yaptım. Sıradan kötülüğün yaygınlaşmasına el verdim. Bile bile...
Kendimi kandırdım. Hiççi alternatiften kaçınırken en hiçleyici olana savruldum. Sahnelenen oyunda, kendisine önceden biçilen role razı, böylelikle varlığı muktedir için gerekli, gönüllüce yer aldım. Bunu ayakta kalabilmek için yaptım. Vicdansızlığın, çöküşün, acımasızlığın karşısındaki çaresizliğime katlanamadığım için kendimi kandırdım.
Umudunu kesmemeyi öğrenmiş insanlardanım; pek çoğumuza olduğu gibi bana da her yenilgiden sonra daha güçlü ayağa kalkmayı öğretti bu hayat. Seçimlerden ise yeni bir şey öğrendim: Bu aslında kendi yarattığım bir yenilgiydi. Daha en başından tercihim, bu sahte çözüme inanmak olmamalıydı. Umudumu kıracak bir şey olmamıştı. Aslında kendimi kandırdığımı anladığımda umudum tazelendi. Başka bir yerdeydi çözüm, bense artık onu bulmaya her zamankinden daha kararlıydım.... Kararlıyım....