Küçük Ayla vakasından Leyla’ya... Kayıp çocuklar
Şiddet ve istismar hep güç ilişkileri içindeki eşitsizlik ve adaletsizlik sonucu ortaya çıkıyor. Toplum ve kültürün bu ilişkilere açtığı alan da kolaylaştırıcı etkide bulunuyor. Bu yüzden de bu suçların işlenmesini önlemeye çalışmanın yolu, cezasızlıkla linç arasındaki o geniş alanı etkin sosyal politikalarla, eğitimle, adalet ve eşitlik mücadelesiyle, ayrımcılığın reddiyle doldurmaktan geçiyor. Başka yolu yok.
Çocukluğunu ve ilk gençliğini 1950’lerin sonu ve 60’ların başında Türkiye’de yaşamış olan birçok kişi, altı yaşındayken kaybolan ve bir daha izi bulunamayan küçük Ayla’nın öyküsünü bilirmiş. Bana da bir hocam anlatmıştı Ayla’yı. Çocuğunu oyun oynamak üzere sokağa gönderen anneler, “Gözümün önünden uzaklaşma, Ayla olursun bak” derlermiş. Ayla olmak, sokağa çıkıp üç adımlık bir yolda sırra kadem basmak demekmiş...
Sonra hep başıma gelen şey olmuştu. Bir sohbet esnasında anlatılıp geçilen bu trajik hikayeye takılmış, gazete haberleri arasında kaybolup gitmiştim. Kayıp Ayla vakası modernleşmekte, kalabalıklaşmakta ve dönüşmekte olan Türkiye’de, en erken kayıp çocuk vakalarından biri, belki de ilkiydi. Öyle ki, 57 yıl önce kaybolan küçük Ayla, neredeyse bugüne varıncaya dek her yıl kitle medyasına düzenli aralıklarla konu olmaya devam etmişti.
Olay şöyledir; 9 Ekim 1961’de, Ayla Özakar isimli küçük bir kız, sık sık yaptığı gibi, İstanbul Bahçelievler’de 100 metre mesafedeki bir bakkala bisküvi almaya gider. Her zaman yürüdüğü o kısacık yolda o gün kayboluverir. Olayın bundan sonrası, Özakar ailesinin bir Yeşilçam filmine de konu olan kâbus yaşamıdır. Aile bıkıp usanmadan tam 40 yıl Ayla’yı arar. Çocuğu bulanlara ödül vaat edilir. Aile dışındaki bazı yurttaşlar ve kimi işadamları da ödüller vaat eder. Neredeyse bütün Türkiye Ayla’yı aramaktadır. “Kayıp Ayla’nın şarkısı” isimli bir şarkı yapıldığı ve bu şarkıyı Nesrin Sipahi’nin okuduğu da bu vakaya dair bilgiler arasındadır. Ödül vaadi, ülkenin her yerinden asılsız ihbarların yağmasına ve ailenin umut ve hayal kırıklığı arasında ağır biçimde hırpalanmasına da yol açar. Her şeye rağmen Ayla vakasının yaşandığı yıllar, sanki kötülüğün henüz bu denli sıradanlaşmadığı, bir çocuğun kaybının bir diğerini takip etmediği yıllardır.
Ayla hiçbir zaman bulunamaz. 40 yıl sonra yaşlı babası, kızı için sürdürdüğü sonuçsuz ve acılı arayışı sonlandırmaya karar verir ve Ayla’ya sembolik bir mezar yaptırır. Doktorların da tavsiyesi üzerine yapmaya karar verdiği bu mezarın hem kendisine hem de artık hayatta olmadığına ikna olduğu Ayla’sına huzur vereceğini umar. Çünkü rüyalarında gördüğü minik Ayla’sı defnedilmediği için azaptadır.
Hikayenin kimi ayrıntılarını Murat Bardakçı’dan okuyabilirsiniz.
Ayla Türkiye’nin kayıp çocuklarının sembolü gibidir. İstanbul’un bu şekilde “kaybettiği” belki de ilk çocuktur. Toplumsal hafızaya daimi bir rahatsızlık kaydeden, kendi halinde bir ailenin savunmasız çocuğunun bir fenalığa kurban gidebileceği ihtimalini, koca bir ülkeye dehşetle fark ettiren bir vakadır. Bu yüzden dönüp dolaşıp Ayla’dan başlanır...
Ben de oradan başladım... Çünkü çocukların uğradığı zalimlik karşısında biz sıradan insanların elinde kelimelerden başka hiçbir şey yok. Fakat bazı durumlar var ki kelimeler esasen hiçbir işe yaramıyor. Zira kayıp ya da istismar edilmiş, incitilmiş veya cansız bedeni bir yerlere atılmış çocuklar için bir yazı yazdığınızda, bu canavarlığı yapma potansiyeli olan kişilerin bu tür yazıları okuma ya da okumuşlarsa da anlama ve bir sonuç çıkarma ihtimali neredeyse hiç yok. Böyle bir kötülüğe tanık olduğunda günler geceler boyu aklından çıkaramayan ve yüreğinde kavurucu bir acı hisseden kişilerin de bu konuya hasredilmiş kelimelere çok ihtiyacı yok zaten...
İşte böyle insana eziyet eden bir çelişki içinden yazıyorum bu yazıyı. Yine de yazmak gerektiğini düşünerek.
Ayla’nın kayboluşu acayip bir siyasi konjonktüre denk düşüyor. Bir hafta sonra ülkede genel seçim vardır; 27 Mayıs 1960 darbesinin ardından gelen, 15 Ekim 1961 genel seçimi. Ayla’nın kayboluşunun tam bir ay öncesinde de, 16-17 Eylül 1961’de, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, Maliye Bakanı Hasan Polatkan ve Başbakan Adnan Menderes idam edilmiştir. Böylesine büyük bir altüst olma döneminde Ayla’nın kayboluşu yaşanıyor ve takip eden günlerde ülkenin çok önemli diğer bir gündemi de Ayla oluyor...
Büyük bir politik çalkantının yaşandığı günlere tesadüf eden Ayla vakası, konuşulabilir bir konu yaratarak, siyaset alanındaki konuşulamayanları ikame de etmiştir. Konjonktür itibarıyla Ayla vakasına gösterilen ilgiyi biraz da böyle anlamak gerekir.
Kayıp vakaları günümüzde dünyanın hemen her yerinde çok yaygın biçimde yaşanıyor. Sadece çocuklar değil yetişkinler de kayboluyor. Söz gelimi, ABD’de herhangi bir anda “kayıp” olarak kaydedilmiş insan sayısının ortalama 90 bin olduğu belirtiliyor. Bu kayıpların yüzde 60’ı yetişkin, yüzde 40’ı 18 yaş altındaki küçükler. Ayrıca yüzde 52’si erkek ve yüzde 48’i de kadın.
Yüzünüzü Avrupa’ya çevirdiğinizde görülen tablo bundan farklı değil. Kayıp çocuklarla ilişkili bir raporda, Avrupa’da, her iki dakikada bir çocuğun kaybolduğu belirtiliyor. Neyse ki bu kayıpların önemli bir kısmı takip eden dönemde bulunuyor ve aileleriyle buluşturuluyormuş. 2017’de kaybolduğu bildirilmiş olan çocukların yüzde 46’sı aynı yıl içinde bulunmuş. Maalesef kayıpların önemli bir kısmı da bulunamıyor. Avrupa’da geçtiğimiz yıl kaybolan çocukların yüzde 5’ini mültecilik sürecinde kaybolan çocuklar oluşturmuş. Bu çocukların bir kısmı yanlarında bir ebeveynleri olmaksızın Avrupa’ya giriş yapan ve sığınmaya çalışan 18 yaşın altındaki çocuklar.
Batı dışı coğrafyalarda da bu rakamların vahim olması kuvvetle muhtemel. Düzenli istatistikler olmasa bile, binlerce kayıp hikayesi medyada her an dolaşıyor. Örneğin Çin’de çocuk kaçırma ve çocuk trafiği çok can yakıcı bir sorun. Yılda 20 bin çocuğun kaybolduğu tahmin ediliyor.
İslam coğrafyasında bazı ülkelerde bu şiddet ve istismar vakalarına ilişkin düzenli istatistiklere ulaşmak kadar, bu olayları raporlaştırmanın veya bunların üzerine konuşmanın güç olduğu da biliniyor. Böylece, suç, ceza ve raporlaştırmanın büyük çabalara konu olduğu Batı ile karşılaştırıldığında, Batı dışı coğrafyalardaki oranların düşük görünüyor olması da oldukça yanıltıcı olabiliyor.
Türkiye’de de TÜİK verilerine göre son sekiz yılda kaybolan çocukların sayısı 100 bini aştı. Sadece 2008 – 2016 yılları arasında hakkında resmi kayıp başvurusu yapılan çocuk sayısı 104 bin 531. Bu verileri dikkate alırsak, günde ortalama 33 çocuğun kaybolduğunu söyleyebiliriz... Rakamlar çok ürkütücü. Fakat TÜİK verileri arasında, sonradan bulunarak ailelerine teslim edilen çocuk sayısı yer almadığından, başvuruların ne kadarının “kayıp” olarak kalıcı kayıtlar oluşturduğunu göremiyoruz.
Sözün özü, geçtiğimiz günlerde yaşanan Leyla ve Eylül’ün kahreden kayboluş hikayeleri ve akıbetleri de Türkiye’de yaşanan istisnai olaylar değil. Sadece kayıpların hepsi gündem olamıyor. Eylül ve Leyla’nın kaybı, 24 Haziran seçimleri sürecinin gerilimli ortamına denk geldi. Her fırsatta ve her olay üzerinden kutuplaşma üreten bu toplumda bu kayıplar hemen herkesi acıda buluşturdu ama aynı zamanda olaya verilen tepkilerde de kutuplaşma yeniden üretilmeye devam edildi. Olayın failleri için idam isteyen seslerin yüksekliği bu tartışmaları başka noktalara da taşıdı. Kimileri, küçük çocukların bahane edilerek idamın geri getirileceğini ve idam silahının toplumsal muhalefete çevrileceğini öne sürüyordu. Kimilerine göre de bu kayıpların abartılması, gündemdeki birçok başka önemli meseleyi örtmek amacıyla özel olarak kışkırtılmaktaydı.
Bazı yurttaşlar bu acı olayların, çocuğa ve kadına yönelik istismar ve şiddetin AKP iktidarları döneminde cezasızlıkla karşılanmasının ve etkili bir mücadele üretilmemesinin sonucu olduğunu düşünüyordu. Eril iktidarlar erkekleri koruyordu. İstismar ve şiddeti önlemeye dönük etkin politikalar üretilmediği gibi genel sosyopolitik atmosfer de toplumu bu olayların sıradanlaştığı bir yozlaşma batağına sürüklüyordu. Bu canavarlıklar böyle bir sürüklenişin alametleriydi.
Elbette kimileri de konuyu bambaşka ırkçı bir söyleme taşımakta hiç gecikmedi. Leyla’nın minik bedeni bulunduktan sonra, anonim ya da sahte olmayan bir hesaptan “Bakmayacaksan neden çocuk doğuruyorsun Kürt?” diye soran bir tivit bile atıldı... Küçük bir köyün güven verici atmosferinde çocuğunu iki dakika kapının önüne bırakan Kürt’ün sorumsuz bir ebeveyn olarak tasavvuruna kolayca ikna olacak bir kesim de vardı maalesef. Kendi çöplüğünde meşhur bir yandaş şarlatan da bu müessif olayları, “Onur Yürüyüşü'nün” yasaklanmasının ne kadar isabetli olduğunun kanıtı olarak sunuyordu. Zira bu canavarlıklar hep cinsel özgürlük taleplerinin abartılmasının sonucuydu! Cinsel baskı, ahlaki ikiyüzlülük ve yasakçılığın cinsel suçlarla ilişkisine dair bilgiler de bir anda baş aşağı oluvermişti.
Irkçı ve ayrımcı nefret, ötekinin acısına ve ötekinin evladına “bakamayan” bir nefret olarak zuhur ediyordu kısacası.
Oyuncu Berna Laçin’in çocuk tecavüzlerine ilişkin attığı düşüncesiz tivit gibi medya paylaşımları da, o paylaşım üzerine açılan soruşturma da bu konuyu sağlıklı biçimde ele almaya imkan vermediği gibi, kutuplaştırmayı daha da derinleştiriyordu üstelik.
İdam meselesine gelince, çocuk istismarı ve katli sonucunda hapse giren kişilerin sıklıkla hapishanede öldürüldüğü ya da şüpheli biçimde öldüğü düşünülürse, fiilen neredeyse bir “idamın” da söz konusu olduğu anlaşılabilir. Buradan da görüldüğü gibi, yakalanma ve hapishanede öldürülme ihtimalinin yüksekliği ifritleri caydırmıyor.
Sonuç olarak, şiddet ve istismar hep güç ilişkileri içindeki eşitsizlik ve adaletsizlik sonucu ortaya çıkıyor. Toplum ve kültürün bu ilişkilere açtığı alan da kolaylaştırıcı etkide bulunuyor. Bu yüzden de bu suçların işlenmesini önlemeye çalışmanın yolu, cezasızlıkla linç arasındaki o geniş alanı etkin sosyal politikalarla, eğitimle, adalet ve eşitlik mücadelesiyle, ayrımcılığın reddiyle doldurmaktan geçiyor. Başka yolu yok.
Aksi takdirde, savunmasız ve korunmasız olanlar için hikaye hep Ayla’dır, hep Leyla’dır, Eylül’dür... Daima Lilya’dır. Çok acı bir hikayedir kısacası...